Dr. İkbal Vurucu’ya Cevap
14 Aralık 2025 Pazar
Öğretim işinde bulunan İkbal Vurucu adındaki kişiye cevap vermek gerekti; çünkü bu kişi, Dr. ünvânını taşıyor, Türkçülük yapıyor, ciddîye alınıyor.
Bu kişide gördüğüm sıfatları açıklamakla başlayım:
1.Türkçeye saygısı yok:Türkçe, en köklü dillerden biridir, kuralları yerleşmiştir, günümüzde yaygın batı dillerinin kuralları belirlenmemişken, sözlükleri yokken, bilinen en eski sözlüğü
Dîvânu Lügaatit Türk 1074 yılında yazılmıştır. Dilin, milletin en değerli varlığı olduğunun farkında olan bilinçli, Türkçe hassâsiyeti olanlar, nisbet eki î nin yerine Avrupa dillerinden alınıp düşüncesizce kullanılan -sel, -sal eklerine karşı dikkatlidirler. Bu vatandaşta öyle bir dikkat, duyarlılık görülmez, bu uydurma ekleri bol bol kullanır. Bu konudaki gülünçlüğü göstermek üzere, birkaç misâl verelim:
Moğolca ulus kelimesine Avrupa dilinden -al eklenince
ulusal Türkçe oluyor.
Arapça târih kelimesine -sel eklenince
tarihsel Türkçe oluyor.
Türkçe hassâsiyeti olanlar, Türk diline saygısı olanlar, böyle uydurma, zevksiz kelimeleri kullanmamağa özen gösterirler.
2.Târih BİLMİYOR.Ülkemizde çağdaşlaşma işlerinin Osmanlı’nın sâdece son zamanlarında başlamış olduğunu, Cumhuriyet devrinde hızlanmış olduğunu zannediyor. Bu işler için ihtiyâcın tâ 1710 lu yıllarda hissedilmeğe başladığını, Üçüncü Selîm’in 21 lâyihayı (raporu) okuyarak, 1791 yılında fiilen başlattığından haberi yok.
3.Haddini bilmiyor:Eleştirdiği kişi, nerelerde okumuş, yurt dışında hangi öğretim işlerinde bulunmuş, kaç yılını öğrenci yetiştirmeğe harcamış, hangi yabancı dilleri biliyor, hangi kitabının başka dillere tercüme edilmesi uygun bulunmuş, dünya kitap piyasasında yabancı dille satışta olan kitabı var mı, bunlardan tamâmen gafil.
4.İmâlât oluşu:Yazısı okununca görüleceği üzere, ilk okul çocukları gibi, okulda kafasına doldurulan belli bilgileri, görüşleri, müsâmere çocuğu gibi aktarıp durmaktadır. Bu konuda yalnız da değildir; okulda öğrendikleriyle kalan, belli konularda kitap okumayan, kendilerine bol keseden “aydın” denilen diplomalılarımızın çoğu da böyledir. Okulda ezberletildikleri sloganları, fikir zannederek söylerler, yazarlar.
5.Edep fukarası:Samîmiyeti olmayan, kendisinden epeyce yaşlı, öğretim mesleğinde kendisinden kıdemli bir profesöre (bu ünvânı her yerde kullanmam, tanıyanlar bilir, ama, bazen hatırlatmak gerekiyor) sanki akranına, eşit birine hitab eder gibi, ikide bir soyadımı anarak hiç de seviyeli bulmadığım uslûbuyla devam edip gidiyor. İnsanda biraz nezâket, ölçü, hareketlerine dikkat etme gibi hasletler bulunmalı.
6.Okuduğunu, işine geldiği gibi anlıyor, çarpıtıyor:Yeri geldiğinde görüleceği gibi, Rahmetli Prof. Halîl İnalcık’ın, bey’at konusunu değerlendirmediğini, bu konuda mâzeret sâhibi olduğunu, çünkü onun yetişme çağındakilere İslâmla ilgili bilgi verilmediğini, onun için, bey’atın, İslâm devlet geleneğindeki yerini bilmediğini belirtmiş olmamı, “Üstadın i
bâdet konusundaki …” diye, onu sanki dînî bakımdan eleştirmişim gibi, ÇARPITIYOR. Bu vatandaş Dr. Ünvânı taşıdığına göre, her hâlde geri zekâlı biri olmasa gerek: o hâlde, okuduğu metni ÇARPITIYOR.
***Giriş: Tartışmanın Çerçevesi… Akademik ciddiyet ve mantıksal tutarlılık açısından birçok boşluk barındıran bu metinler, daha çok ideolojik yargıların ve
tarihî çarpıtmaların bir araya getirilmiş hâli olarak karşımıza çıkmaktadır. Bu bağlamda, Maksudoğlu’ nun dile getirdiği bazı temel iddiaları ve bu iddiaların arkasındaki düşünsel altyapıyı sorgulamak, sadece kişisel bir yanıt vermek değil, aynı zamanda tarihî-sosyolojik bir düzlemde fikrî tartışmayı ilerletmek açısından
1.Bu vatandaşa cevap vermeğe değmez ama, onu okuyanlar yanlışta kalmasınlar diye, sabırla cevap vereceğim.
2.mantıkî demek istemiyorsa “mantık bakımından” diyebilir, Türkçeye saygısı olan: Avrupa menşeli sel, -sal eklerinin alınmasındaki, Tanzimat artığı aşağılık duygusunun payını hatırlatalım.
3.tarihi çarpıtmalar: hangileridir, nerede?
Bu, vatandaş, sorumsuzca böyle İFTİRÂda bulunuyor,
4.Samimiyeti olmayan, kendisinden çok daha kıdemli bir öğretim üyesi, sanki akranıymış gibi, soyadını anarak devam ediyor.
5.Adamın kafasında, bir Maksudoğlu tasavvuru var delil ortaya koymadan hüküm patlatıyor. İdeolojik yargı nerede? Tarihi ÇARPITMA suçlamasının delili nerede? Hangi tarihi çarpıtmışım? Böyle suçlama ile söze başlamak, ilim adamına yakışıyor mu?
Türkçülük: Irk mı, Kültür mü?1. Maksudoğlu’nun iddiası, Türkçülüğün “sadece Türk ırkından gelenleri” kapsayan bir ideoloji olduğu yönündedir.
1. Kocaman bir yalan! Arnavut asıllı Şemseddin Sâmi Beyi,
Kamus-ı Türkîyi yazdığı, kültürel Türkçülük yaptığı için çok takdîr ederim, Mehmet Âkif’in de “ırkıma bir gül” derken Arnavut ırkını değil, Türk ırkını kast ettiğini çok belirtmişimdir.
Divanu Lügaatit Türkü bulan, muhafaza eden, maddî sıkıntı içinde olmasına rağmen Avrupalıların teklif ettiği muazzam rakamlara iltifat edip vermeyen ve kitabı Türk milletine, Millet Kütüphanesine veren kahraman
Ali Emîrî Efendi’den Kürt diye söz etmek, onu dışlamak, kimin aklına gelir?
2. Çünkü yazısına “Türkçülük konusundaki iki Yahudi’nin mevcudiyetinin bilinmesinden rahatsız olanlara/olacaklara” diye başlar.
2. O yazıdaki dikkat çektiğim husus, Türkçülük akımına katılan yahudilerin Türkçülüğe makas değiştirtme teşebbüsüdür.
Leon Kahun, kimliğini gizlemedi, ama
Moiz Kohen, yahudî olduğunu gizledi,
Munis Alptekin diye kendini tanıttı ve yıllar sonra
1961 de Fransa’nın Nis şehrinde vefât ettiğinde cenazesinin sinagog’tan kalkmasıyla Yahudi olduğunu çok az bilinçli kişi anlayabildi. Bu konuda Alev Alatlı ne diyor, bakalım mı?

Yahudilerin milliyetçilik işine karışmalarından rahatsız olan sâdece ben değilmişim, değil mi?
3. Bu cümlede saklanmaya çalışılan ama her halinden belli olan ilkel önyargılar şunlardır:
3. Neyi saklamağa çalışıyormuşum? Türk olmadığı hâlde, kendini Türk olarak tanıtan yahudiye karşı dikkatli olmak,
her Türkün görevi DEĞİL MİDİR?4. Birincisi, milliyetçiliğin ilkel bir anlayışla ırka dayandığı, ırkın ise değişmez bir veri olduğu sanrısı
4. Tut kelin perçeminden:
nerede milliyetçilik ırka dayanır, demişim? Adam, kendi kafasında tasavvur ettiği Maksudoğlu’ nu yargılıyor kendine göre. Biraz kitap okusa iyi olacak:
Prof. Dr. Bernard Lewis, The Emergence of Modern Turkey (1934) kitabında belirtir ki, “Cumhuriyetin ilânından şu kadar yıl geçmesinden sonra bile, Türkiye’de, bir gayrı müslim, Türk vatandaşıdır, ama ona Türk denilmez”. Şimdi, bu Yahudi yazar, Türk ırkçılığı mı yapıyor? İkbal Efendi’nin mantığına, anlayışına göre, öyle olmalı! Eli değmişken, onun da kafasındakini okuyuvermeli. Bernard Lewis, bir vâkıayı belirtiyor. Türkiye’de, Türk ırkından olmayan Müslümanlara Türk denilmekte tereddüt edilmez, falan asıllı Türk, denir en fazla. Ama, bir Rum, bir Ermeni, bir Yahudi vatandaşımız için, Türk diyen varsa beri gelsin! Onlar, Türk vatandaşıdırlar, vatandaşlıkları Türktür, Türklerle aynı vatanda yaşarlar, aynı haklara sâhiptirler. Piyade Okulunda 114. Dönemde,
Yorgo Zervudakis ile aynı takımdaydık, Yorgo’ya Türk desek, kendisi kabul eder miydi? Vatandaş olarak o da yedek subaylık yaptı.
5. İkincisi, bu ilk önermenin doğal bir sonucu olarak, Türk milliyetçiliğinin yalnızca “Türk ırkından” gelenlerden oluştuğu, yani safkan bir soyculuk peşinde olduğu zırvası.
5. Önerme Maksudoğlu' nun ortaya koyduğu bir iddia, görüş değil,
tamamen İkbal Efendinin hayâl ürünü. 6
.Ancak bu yaklaşım
6. Benim öyle bir yaklaşımım YOK ki! nereden çıktı? İkbal Efendinin muhayyilesinden! İkbal Efendi! Sizinle hiç GÖRÜŞMEDİK, TANIŞMADIK. Görüşseydik, benim her fırsatta, “aslı, ırkı, Çerkes de olsa, Boşnak da olsa, Laz da olsa, Arap da olsa, Arnavut da olsa, Kürt de olsa, KENDİNİ TÜRK BİLİYORSA, azınlık ırkçısı değilse, o, Türktür; çocuğu okula gider, Türk kültürü içinde yetişir, artık, ırkı, bir hâtıra olarak kalır”, dediğimi işitirdiniz. Öte yandan, “Müslümanız, Türk demeğe gerek yok” diyen gizli azınlık ırkçılığı yapanlarla tartışmam çok olmuştur.
7. Ancak bu yaklaşım, hem Ziya Gökalp’in teorik çerçevesi hem de Türkçülük tarihînin kurumsal gelişimiyle çelişmektedir.
7. Havada kalan, temelsiz bir cümle. Benim ırkçı yaklaşımım yok ki, o yaklaşım İkbal Efendinin kafasında, muhayyilesinde: İkbal Efendinin kafası, bir Türkün aynı zamanda Müslüman olabileceğini basmıyor anlaşılan. Türkçü olmak için İslâm’dan sıyrılmak gerektiğini mi sanıyor? Rahmetli
Muhsin Yazıcıoğlu Türkçü değil miydi? aynı zamanda müslümandı da.
Alparslan Türkeş, müslüman değil miydi? Türkçü olmak için İslâm’dan sıyrılmak mı gerekiyor? Ne biçim kafa! Ben, rahmetli
Atsızı da çok severim: adamda “Hak öfkesi” vardı, adam gibi adamdı. Hak öfkesi taşımak, en güçlü islâmî damardır. Oğlu
Yağmur Bey de öyleydi, onunla da kısa bir yazışmamız olmuştu.
8. Gökalp açıkça belirtir ki Türk milliyetçiliği ırka değil, kültürel mensubiyete ve ortak yaşama iradesine dayanır. Bu bakımdan, Türkçülük düşüncesine katkı sunan bireylerin etnik ya da dinî kökenleri değil, bu kültüre gönüllü aidiyetleri önem taşır. Nitekim, Türk Derneği’nin erken dönem üyeleri arasında Müslüman olmayan isimlerin yer alması, bu kapsayıcılığın tarihî örneklerinden yalnızca biridir.
8. Kim onlar? hazır
kimler olduklarını yazıverseydi, iyi olurdu.
9. Türk milliyetçiliğini yalnızca onun mensuplarının etnik ya da dinî kökeni üzerinden yargılamak, onun esas felsefesini anlamamış olmak demektir.
9. Böyle bir cümle kurmuş olan,
cehâletini haykırmaktadır: “millet”, bu İkbal Efendinin zannettiği gibi, “kavim”; DEĞİL, “dîn” demektir! Türk Milleti, 1000 yıldır İslâmla öylesine yoğrulmuştur ki, nasyonalizmi, “kavmiyetçilik” değil, “milliyetçilik” olarak, bu isimle benimsemiştir. Yahudi üzerinde durmamın sebebi: onların 2000 yıllık hayâli, Filistin’de yurt kurma ideolojileri yüzündendir. Türkle Arabı ayırınca, Türkü İslâma soğuk hâle getirince, Filistini Araplardan almak kolay oldu, durum meydanda.
Munis Tekinalp (Moiz Kohen)
Filistin, Türkün elinde kalsaydı, oraya Moiz Kohen’in soydaşları, dindaşları yerleşebilir miydi?İsmail Bey Gaspıralı’nın, Yusuf Akçura’nın Türkçülüğüne, Moiz Kohen makas değiştirtti,
İslâmdan sıyrılmış Türkçülük hâline getirdi. Alev Alatlı’nın dediklerini, hâlen hayatta olan ve islâmcı olduğu asla söylenemeyecek olan
Cengiz Çandar, “deislamizasyon” kelimesiyle ifade ediyor. İkbal Efendi, şimdi de Cengiz Çandara bir kulp mu takacak?

Amerikalı yetkiliyi böyle konuşturan, Moiz Kohen’in Türkçülüğüne göre yetiştirilenler mi?
İsmail Gaspıralı ve Yusuf Akçura Beylerin şekillendirdiği, hız verdiği Türkçülük akımı, 1920 lerde, çağdaşlaşma ile birlikte yürürken, Yahudi olduğunu, yakın arkadaşı Ziya Gökalp’ten bile
gizleyerek Türkçülük yapan, herkesin “Munis Tekinalp” diye bildiği, Türk ZANNETTİĞİ “Moiz Kohen”, bu akıma
makas değiştirtti. Yetişmekte olan gençler Galip Erdem, Muhsin Yazıcıoğlu, Osman Yüksel Serdengeçti, Necip Ablamitoğlu, Abdullah Çatlı, gibi olacakken, Uğur Mumcu, Uğur Dündar formunda oldu.
10. Maksudoğlu’nun Yahudi kimlikli aydınlara yönelik iması, tarihî bir çelişkiyi de beraberinde getiriyor. Moiz Kohen (Tekin Alp) gibi isimler,
Türk modernleşmesine ve milliyetçiliğine katkı sağlamış, farklı kültürel kökenlerden gelen bireylerin
Türk kimliğine entelektüel düzeyde nasıl entegre olabildiğini göstermiştir. Bu olgu, Türkçülüğün kapsayıcılığına ilişkin önemli bir göstergedir.
10. Ne güzel (!) “katkı”: Görmek istemeyen göze ne nedir?
İnsan, “vay canına! Cumhuriyetin ilk yıllarında, etkili olan, Gökalp’ın bile gerçek kimliğini bilmediği, Türk zannettiği anlaşılan Yahudi Moiz Kohen, neler de yapmış! demez mi? Türkçülüğün İslâm’dan sıyrılmasının etkileri ne olmuş? diye
düşünmesi gerekmez mi? Gerekir ama; “düşünce özürlü” ise, bu korkunç durumu, birtakım kelimelerle örtbas etmeğe, ona kılıf uydurmağa çalışır.
Türk kimliğine entelektüel düzeyde nasıl entegre olabildiği de, 1961 yılında Türkiye’de değil de Fransa’da öldüğünde, cenazesinin, bir Türk gibi, câmiden değil de Sinagog’tan kalktığında (GÖREBİLEN gözlerce) görülmüş oldu.
Hangi maşayla neresinden tutarsınız? Harcanan vakte yazık! Ama, yanıt vermesen de ortalığı bulandırmağa devam edecek ve mârifet yaptığını zannetmekte devam edecek.
11. Buna rağmen, etnik farklılık üzerinden bu isimlerin “gerçek Türkçü” olamayacağı iddiası, yalnızca ideolojik önyargıyı yansıtmakla kalmaz,
11. İdeolojik önyargı, bu, düşünce özürlü İkbal Efendinin kafasında var. Kendi kafasındakini, başkasında da “var” zannediyor!
12. aynı zamanda Türk kimliğinin
dönüşümünü anlamaya yönelik
tarihî bir körlüğü de ortaya koyar.
12. Türkçülüğü başlatan ilk isimler arasındaki “dilde, fikirde işte birlik” prensibini ortaya koyan hemşehrim Rahmetli
İsmail Bey Gaspıralı, Pariste kaldığı 3 yılda boş durmadı, Batı medeniyeti ile bizimkini
mukayese eden kitap da yazdı, Batı medeniyetini değerlendirdi ve tenkid de etti, İslâm, onda, Türklüğün ayrılmaz bir unsuru, mayasıdır, Türkçülüğün İslâmdan sıyrılması için kimliğini gizleyerek gayret eden Moiz Kohen’in marifetini GÖRMEYEN, GÖRMEK İSTEMEYEN
İkbal Efendi’de gerçekten tarîhî körlük vardır, üstelik bu marifeti görüp sergileyeni suçlama densizliğini göstermektedir.
13. Maksudoğlu’ nun argümanlarının temelinde, milliyetçiliğin “saf bir ırkî arılık” üzerine kurulu olması gerektiği yönündeki zımni varsayım yer alıyor.
13. Hâlâ ayılmadığı anlaşılıyor, sarhoşluk devam ediyor, anlaşılan. Adam tutturmuş kendi iptidâî, basît, zavallı anlayışını, zihniyetini bende görmeğe, göstermeğe çalışıyor. Tekrar belirteyim: Kendini Türk bilen, öyle kabul eden, Türktür, insan, kendinin ne olduğunu kendisi belirler. Türkiye’nin başına, annesi Kürt olan Rahmetli Özal da geldi, Türk illerine, Türkistan’a gitti, ilişkileri geliştirmeğe başladı, ona “Türk olmadığı hâlde” diyen oldu mu? İkbal Efendideki bu kafa yapısına psikolojide ne ad verilir, bilmem. Kendini Türk kabul eden, samimiyetle öyle kabul eden,
Türktür, ama, gerçek kimliğini gizleyerek, milleti aldatarak, Türkçülük yaparak, Türklük adına, Türkü İslâm’dan sıyırmağa çalışan gâvura karşı dikkatli olmak, her Türkün görevidir. Bu İkbal Efendi biraz tarih okusa iyi olacak: Yüzyıllar boyunca, bir Avrupalı, Fas veya İsfahan’da İslâm dînine girse, ona, “Müslüman oldu” demezlerdi; “Türk oldu” derlerdi.
Türk ve Müslüman kelimeleri, yüz yıllar boyunca müteradif (anlamdaş) olarak kullanıldı.Günümüzde de, Kur’ânı Kerîm yakmak isteyen gâvurlar (
1856 daki “gâvura ‘gâvur’ demek yasak” fermânının hükmü artık kalmadığı için, hakaret kasdı olmaksızın, bir niteliğini belirtmek üzere, gâvura ‘gâvur’ diyorum) Suudi Arabistan’ın, Mısır’ın değil, Türk temsilciliğinin önüne gidiyorlar. Bunları belirtmemden sonra, şu, aşağıdaki lâf salatasına yanıt gerekmediği bellidir: Oysa bu anlayış hem modern sosyoloji hem de tarihî deneyimlerle çelişmektedir. Zira Türk milleti, ırkî veya etnik türdeşlikten çok, kültürel ortaklık, tarihî hafıza ve siyasî aidiyet gibi unsurlar üzerinden varlığını inşa eder. Türkçülük de bu bağlamda değerlendirilmeli; ırksal saflık yerine ortak kültür ve değerler sistemi üzerinden okunmalıdır. Türk kimliği “kan bağı” ile tanımlanmamalı, ortak bir tarihî-kültürel bağlam içinde şekillenen çok boyutlu bir yapı olarak görülmelidir.
Paradokslar ve tutarsızlıklar14. Türkiye’de İslamcı zihniyetin “ırk”la olan bitmek bilmez bir sorunu vardır.
14. Bana ne? bu vatandaşa “Kırmızılar”da verdiğim cevapta, “islâmcı” değil, “müslüman” olduğumu belirtmiştim. Türkçe bilmiyor olamaz (uydurma, zevksiz kelimeler, -sel, -sal kullansa da) anlama özürlü mü acaba? Bu konuda, yine “Kırmızılar”da çıkmış olan, Prof. Dr.
Mustafa Çağrıcı’ nın “
İdeolojik ve Siyasal bir Sorun Olarak İslâmcılık” yazısını okursa, “İslâmcı” ile “müslüman” arasındaki farkı anlar (mı acaba?).
15. Yine temelsiz, boş bir “zan” üzerine uzunca bir lâf salatası geliyor: Tarihî ve sosyolojik olguları kendi ideolojik kabulleri doğrultusunda çarpıtmaları yaygın bir tutumdur. Meşrutiyet döneminden Cumhuriyet dönemine uzanan bitmez tükenmez bir nefretle, Türkçülüğün fikir babalarının “Türk olmadığı” yönündeki gerçekliği bir küçümseme gerekçesi ve eleştiri konusu yaparlarken..
15. Bu, tarih câhili zavallıya nasıl anlatırsınız ki çağdaşlaşma akımı, 1920lerde başlamış değildir; Başlangıcı, sonradan “Lâle Devri” adı verilen
1718-1730 lara, fiilen yanlış yörünge döşenmeğe başlanması da Rahmetli
Üçüncü Selîm’ in, kendisine sunulan 21 lâyihadan, ikinci grubun görüşünü (Avrupayı her şeyiyle almak, Avrupalılaşmak, asrîleşmek) tercihine dayanır,
1793, 1839, 1856, 1876, 1908, 1923, 1960, 1980, 28 Şubat
1997 basamaklarıyla devam eder, günümüze kadar gelir.
Üç görüşten “Avrupa’nın sâdece teknolojisini almak” görüşünün isâbetli olduğu, aradan
232 yıl geçtikten sonra anlaşılıyor. O sırada bizim gibi olan
Japonlar, sâdece teknolojiyi aldılar. Rahmetli
Atsız’ ın, Batıcılara karşı sözünü hatırladım: “İspanya Avrupa’da, Japonya Asya’da!” diye yazmıştı.
Akımın son kısmını alıp (bu müsâmere çocuğu zihniyetindeki zavallı, sâdece o kadarını bilir, ilk okulda kendisine öyle öğretilmiştir) imal edildiği şekilde devam edip birtakım lâf salatalarını döktürerek bir “şey” dediğini zannediyor. Cumhuriyet devri üzerine yoğunlaşmak, bu zavallı gibi “mahdut, sınırlı” bilgi sâhibi kişilerin işidir. Bu akım, fiilen 1793 de başlamıştır, 1920 ler, onun devamıdır. Neyse ki son yıllarda teknolojide hayli ilerlemeler oldu, savunma sanayiimiz büyük ölçüde yerlileşti.
Osmanlı tarihini yazmış olan Tarih profesörünü, kendi kafasının dar kalıbı içinde gören bu mânevî şaşıya öğretelim: yazdığım, Osmanlı Tarihi, kuruluş târihinden başlayarak birçok yanlışları düzeltmektedir, 20 000 adedi basılmış olup Balkanlarda 4 üniversitede Arnavutçası okutulmaktadır, Arapçaya, Endonezya diline çevrilip basılmış olan, Pakistan ve Hindistan’da orduca tercümesi hazırlanan, İngilizcesi Amazon’da, milletlerarası piyasada olan bir kitaptır.

Malezya’da Milletlerarası Üniversitenin bastırdığı İngilizcesi.
Osmanlı Tarihi ve Müesseseleri’nin o bölgedeki üniversitelerde kullanılan Arnavutça çevirisi. 
Altıncı basımı yapılan Türkçesi
Arapçaya yapılıp basılmış olan tercümesi
Türkiye' de basılan İngilizcesi
Endonezya diline çevrilmesi için de o ülkedeki bir nâşire tercüme ve basımı için izin verdim ve orada basıldı 
İngiltere basımı, Amazon’da satışta
Şimdi şu haddini bilmezliğe, edepsizliğe bakın:
16. Mehmet Maksudoğlu’nun yazıları, tarihî bir
analizin gerektirdiği metodolojik dikkat ve nesnellikten uzak, daha çok ideolojik bir pozisyonun yeniden üretimi olarak değerlendirilebilir.
16. Nesnellikten uzak olduğu için kitabı, başka dillere çevrildi, üniversitelerde okutuluyor, öyle mi? bu zihniyete “şaşkın!” demek, iltifat sayılır; seviye, sıfırın epeyce altında.
Bu vatandaş,
“Osmanlıdan Günümüze Değişme Mâceramız”, “Analitik Osmanlı Tarihi”, “Merkez Türkiye”, “Türk Kimliği” kitaplarımdan HİÇBİRİNİ okumamış; yoksa, meselâ, 1683 Viyana muhâsarasının
analizini öğrenirdi, analiz nasıl yapılırmış, onu da görürdü.
Hacı İvaz Paşa' nın,
Sultan İkinci Murad ile
Mustafa Çelebi arasında patlak vermesi an meselesi olan, ülkeyi mahv edecek olan iç harp tehlikesini nasıl atlattığının analizini de öğrenirdi.
17. Türkçülüğe ya da herhangi bir siyasî ideolojiye dair tartışmaları gerçekten anlamak ve sağlıklı değerlendirmek istiyorsak,
tarihî bilgiye, … dayanmayan işlev görmez.
17. Bu vatandaşın ne kadar tarih bildiği meydanda ve yazdığı
Osmanlı Tarihi, Arapçaya, Arnavutçaya, Endonezya diline çevrilip basılmış, Balkanlarda 4 üniversitede okutulan, ayrıca İngilizcesi “
Amazon”da satışta olan, Osmanlı Tarihi ile, kuruluş tarihinden başlayarak birçok yanlışı düzelten kitabın yazarına “tarihî bilgiye” dayanması gerektiğini bildiriyor! Bu edepsizliğe, haddini bilmezliğe, şaşkınlığa ne denir? En iyisi, hiçbir şey dememek. (Cevâbul ahmak sukût).
Türk Kimliğinin Kökeni Üzerine Bir Tartışma: İslâm, Kültür ve Tarihî Süreklilik18. Mehmet Maksudoğlu’nun, “İslâm’ın Türk kimliğinin temel mayası olduğu” yönündeki iddiası
18. Bu vâkıayı, olguyu “iddia” zanneden cehâlete
en kısa cevap: BULGARLARDIR.Bulgarlar Türk ırkındandır, Türk idiler. Tuna Bulgarları
840 yılında Hristiyan oldular, başlarındaki
PARS Hanın adı
BORİS oldu. Günümüz Bulgarcasında odcak (ocak) gibi, birkaç yüz Türkçe kelime hâlâ yaşar, ama, Bulgaristan’daki Bulgara, Türk olduğunu kabul ettirin bakalım!
Öte yandan,
İtil (İdil: Rusçası “Volga”) ırmağı boyunda yerleşen Bulgarlar 922 yılında
Yaltavar oğlu Almış Han çağında İslâma girip ilk müslüman devlet oldular (Karahanlılar, biraz daha sonradır), günümüzde Rusya federasyonu içindeki
Kazan bölgesinde yaşarlar. Kazan,
1552 yılında Rusların eline geçti, fakat Türkçenin “Tatarca” denilen kuzey lehçesini konuşan Kazan Tatarlar, Türklüklerini, İslâm sâyesinde korumuşlardır.
Mide yerine aşkazan, oda yerine bülme (bölme), kapı için eşik, pazartesi yerine başgün, güney yerine kün (güneş) yak (tarafı) derler. “Bulgar babalarımız ağaçtan câmi tüzgenler” (ahşap câmi yapmışlar) demektedirler. Kazan bölgesindeki kuzey Türklerinin dînî başkanı
Ravil Hazrettir, Rusya Müslümanlarının başkanı da yine bir Kazanlı olan
Talgat (Tal‘at) T
âceddîn Hazrettir.
19. Maksudoğlu’nun savunduğu üzere, Türk kimliğinin esasen İslâm’la kurulduğu yönündeki kabulü, oldukça tartışmalı bir tezdir. Zira bu iddia, Türklerin İslâm öncesi dönemde siyasî, kültürel ve toplumsal açıdan gelişkin bir yapıya sahip olduğu gerçeğini göz ardı etmektedir. Göktürkler, Uygurlar ve diğer Orta Asya kökenli Türk devletleri yalnızca siyasî varlıklar değil, aynı zamanda yazılı dili, sanatı, hukuku ve inanç sistemi olan medeniyetlerdi.
19. Sanki, “Türklerin İslâm’a girmelerinden önce, hiçbir değerleri, kültürleri, medeniyetleri yoktu” demişim gibi, kendi kafasındaki vehme göre akıl yürütüyor. Müslüman ile İslâmcı arasındaki farkı bilmediğinden, beni İslâmcı kabul ediyor; kafasındaki “islâmcı” tasavvuruna göre de hüküm inşa ediyor. Türklerin elbette İslâma girmelerinden önce yaptıkları değerli işler, kullandıkları yazı vardı, birçok Avrupa kavminden önce yazıyı kullanmışlar, töre sâhibi olmuşlar, Yeryüzünde düzen sağlamışlardır. Bu vatandaş,
Merkez Türkiye kitabımı okumuş olsaydı, Türk milleti için neler yazmış olduğumu görürdü, ama, yazmaktan, konuşmaktan okumağa fırsat bulamıyor anlaşılan.
Devamı olduğumuz son 1000 yılı yok sayıp İslâm öncesi Türklüğüne atlamak ne oluyor? 1000 yıl önce, bu topraklarda da değildik; ata yurda mı gidelim? Son 1000 yılda, Türkler, İslâmı öyle benimsemişler, bu konuda öyle etkili olmuşlardır ki, yüz yıllar boyunca, bir Avrupa’lı, Fas’ta veya İsfahan’da İslâm dînine girdiğinde, onun için “müslüman oldu” DEMEMİŞLER, “Türk oldu” DEMİŞLER. Türk, Müslüman yerine kullanılmış. Balkanlarda hâlâ, “Türkün şartı kaç?” derler “İslâmın şartı kaç?” yerine. Türklük, son 1000 yılda İslâmla yoğrulmuş, öyle biçimlenmiştir. Türkçülüğün, Moiz Kohen’in makas değiştirttiği şekline saplanıp kalanlar, pek çok konuyu anlayamazlar, bocalarlar.
Vâkıaya, olguya, katı gerçeğe bakalım: Erşahin Ahmet Ayhün, 1997 yılında yedek subay olarak kısa dönem askerlik yapmaktadır. O sırada kuzey Irak’a 50 km girilecektir, durum ciddîdir. Yanındaki, gözde bir üniversite mezunu arkadaşı, “bizi de harekâta katarlar mı?” der. “Sâdece bizi değil, öncekileri bile çağırıp katabilirler” cevabını alınca: “ben kaçar giderim, zâten yabancı dil de biliyorum, giderim, nerede olsa yaşarım, kimin için ölecekmişim” der. İmam-Hatip ve İlâhiyat mezunu Erşahin ise: “ben, yurt dışında olsaydım bile, uçağa atlar, gelirdim” der. O çağdaş (mı diyelim) arkadaşı, “salak!, zenginler parayı veriyor, bedelle kurtuluyor” der. O zavallı, gözde üniversite mezunu genç de, herhâlde Türk soylu biri idi; islâmî tarafı zayıf kalınca, böyle tuhaf duruma düşüyor. Aynı şekilde, daha yakın bir zamanda, Antalya’daki olay: Şöför, turistin unuttuğu cüzdanını götürür, teslim eder, birçok meslekdaşı, onu aptallıkla suçlar. O kişiler de Türk! Nasıl Türk? Rahmetli Necdet Sançar’ın deyimiyle “maalesef Türk”!
Dr. Erşahin Ahmet, Osmangazi Üniversitesi İlâhiyat Fakültesinde öğretim üyesidir; isteyen, nakl ettiğimiz olayın ayrıntılarını kendisinden öğrenebilir.
20. Bu noktada hatırlanmalıdır ki, modern anlamda millet kavramı, yalnızca bir dinî birlikteliğe değil; ortak dil, tarih, kültür ve toplumsal belleğe dayalı olarak şekillenen çok katmanlı bir kimlik inşasını ifade eder. Dolayısıyla Türklerin kimliğini yalnızca İslâm’la başlatmak, tarihî bir indirgemecilikten öteye geçemez.
20. Bu lafların anlamsızlığı, boşluğu anlaşılmış olmalıdır.
21. Şimdi de, içlerinde 3 yıl bulunduğum (İngilterede, University of Cambridge, Faculty of Oriental Studies’de 3 yıl Türkçe öğrettim, oryantalistlerin NASIL imal edildiklerini İYİ biliyorum) ciddî maskara oryantalistlerin ortaya attığı yâveleri, kültür diye Türkçeye aktaran şaşkınların “cevher”lerini nakl ederek bana cevap verdiğini zannediyor:
21. “İslâmı hiç bilmediği anlaşılan, bu cihanşumûl dine ‘Arap kültürü’ diye saçmalayan çok az sayıdaki şaşkınların sayısı artmasın diye o yazıyı yazmıştım” diyen Maksudoğlu’ nun bir diğer
iddiası(sözün bittiği yer; neresinden, hangi maşayla tutarsın?) da, İslâm’ın “Arap kültürü” olarak nitelendirilmesinin temelsiz olduğu ve bu söylemin cehâletle mâlul bulunduğunu, bu anlayış seviyesindekine NASIL anlatabilirsin?!
Hz. Âdem Alehis Selâmdan beri bir, tek dîn vardır: Bütün Peygamberler İslâm Peygamberidir, insanlar, İslâm’ın, sondan önceki iki Peygamber zamanındaki safhalarına Musevîlik ve Hristiyanlık demişlerdir. Türklerdeki Gök Tengri dîni, o tek dînden, İslâmdan izler taşımaktadır. Türklerin İslâm’a girişi, onun için çok kolay, âdetâ kendiliğinden olmuştur. Bütün Peygamberler, belli bir kavme gönderilmiştir, Son Peygamber ise,
insanların hepsine gönderilmiştir. Kur’ân-ı Kerîmdeki hitap: “ey İnsanlar! (Eyyuhan Nâs!)” şeklindedir. “Ey Araplar(!) (Eyyuhel Arab! değildir.)
Arap kültüründen izler … gibi lâflar, nasıl yetiştirildiklerini yakından gördüğüm oryantalistlerin, ciddî tavırlarla ortaya koyduğu maskaralıklardan ibârettir. Bizdeki bazı zavallılar da onların yâvelerini dilimize aktarıp marifet yaptıklarını zannederler. Onlardan da zavallı olanlar, bu nakilleri ciddîye alırlar!
Kur’ânı Kerîmi (meâlinden de olsa) HİÇ okumadığı anlaşılıyor: Ey İnsanlar! denildiğini BİLMEDİĞİ görülüyor. Bu
cehâletle, NASIL “evrensellik iddiası” diye KOCAMAN lâf eder? HİÇ UTANMA YOK MU?
22. Son yıllarda kamusal tartışmalarda sıkça rastlanan bir yaklaşım, belli tarihî kesitlerin –özellikle Cumhuriyet’in erken dönemi– ideolojik gerekçelerle hedef alınmasıdır. Bu söylemlerin bazıları, Cumhuriyet kadrolarının “İslâm karşıtı” olduğu iddiasına dayandırılırken, bu iddiaları desteklemek üzere sosyal medyadan derlenen bireysel ifadeler veya bağlamından koparılmış anekdotlar delil olarak sunulmaktadır. Mehmet Maksudoğlu’ nun kaleme aldığı yazılarda da benzer bir yaklaşım dikkat çekmektedir.
22. Ben öyle kısır, mahdût bir devri ele alan tarih câhillerinin yolunda gitmem ki; 1793 yılında tutulan, günümüze kadar gelen yolun yanlışlığı, günümüzde Japonya ile kendimizi karşılaştırdığımızda görülüyor. Kimseyi suçladığım da yok; suçlanacaksa, suçlanması gereken, Rahmetli Üçüncü Selîm’dir, o da mâzûrdur; o günün şartlarında isâbetli karar vermek kolay değildi.
Bu İkbal Efendinin kafasında, bir tasavvur var; müslüman kişinin, mutlaka, o, tenkid edilen tipte olması gerekiyor. Bu kafa, nasıl tedâvî edilir, bilmem.
Yahudi aydınlar, Türkçülük ve antisemitik kurgular23. Maksudoğlu’nun yazısında temel olarak başvurduğu iddialardan biri, Türkçülük hareketi içinde bazı Yahudi aydınların yer almış olması ve bu durumun Türkçülüğü güya “yabancı” bir ideolojik tasarım haline getirdiği yönündedir. Özellikle Munis Tekinalp (Moiz Kohen) örneği üzerinden geliştirilen bu tez, yalnızca tarihî çarpıtmakla kalmaz
23. Ne çarpıtması? Kemalizm’in ideoloğunun Moiz Kohen olduğunu
Rahmetli Alev Alatlı, bu vatandaşa daha NASIL ANLATSIN?
Doğru değil mi? İslâm konusunda bigâne Türk, iş ciddî safhaya gelince, askerden kaçmayı düşünmüyor mu? Moiz Kohen Efendi’nin bu duruma gelinmesinde katkısı YOK MU?
24. Özellikle Munis Tekinalp (Moiz Kohen) örneği üzerinden geliştirilen bu tez, yalnızca tarihî çarpıtmakla kalmaz; aynı zamanda antisemitik bir söylemin ideolojik manipülasyonuna dönüşür. Türkçülük gibi modern bir ideolojik hareketin oluşumunda yer alan aktörlerin etnik ya da dinî kökenleri, onların katkılarının değersizleşmesine mi neden olur?
24. Antisemitizm, Yahudi düşmanlığıdır. Ben, niçin durup dururken Yahudi düşmanı olayım? Benimle görüşmemiş, konuşmamış olan bu, İkbal adındaki vatandaş, bana bu İFTİRAYI NASIL ATAR?
Bu ne seviyesizliktir! Yıllarca önce, Başhaham’ın müşâviri,
Yusuf isminde bir yaşıtımla -galiba dinler tarihi ile ilgili bir toplantıydı- karşılaşmıştık, ne kadar sevmiştim! Zeki, nüktedan, çok hoş biri idi. Şimdi kalkmış haddini bilmez biri, beni antisemitizmle ilişkilendirmeğe kalkıyor!
Haddini bilmek, ne mühim! Böyle, kafasındaki tasavvurları ortaya döküp Don Kişotvâri yel değirmenlerine saldıracağı yerde oturup roman yazmayı denese nasıl olur, bilmem.
25. Aynı zamanda antisemitik bir söylemin ideolojik manipülasyonuna dönüşür. Türkçülük gibi modern bir ideolojik hareketin oluşumunda yer alan aktörlerin etnik ya da dinî kökenleri
25. İyi de,
Moiz Kohen, niçin Yahudi olduğunu
gizlemeğe gerek görüyor? Ziya Gökalp’in yakın arkadaşı oluyor,
insan yakın arkadaşından, KİM olduğunu gizler mi? Türkçü, “dürüst”, “pervâsız”, “korkusuz” olur,
insan yakın arkadaşını aldatır mı? Bu lâf salataları, durumu, gerçeği değiştirmez.
26. Maksudoğlu’ nun yazısında dikkat çeken bir diğer nokta, Cumhuriyet’in ilk dönemini İslâm karşıtı bir dönem olarak nitelemesidir. Bu değerlendirme, sosyal medyada dolaşan bireysel bir yoruma atıfla temellendirilmeye çalışılmakta,
26. Yine çarpıtma var: Cumhuriyetin ilk yılları, 1793 ün devamı, arada Tanzimat var. Cumhuriyet onun devamı. Tanzimat münevverinin kafasındaki esas eksen: İslâm’dan kurtulmak! (Toplumda, İslâm, “var” sanılıyordu, halbuki, öz gitmiş, şekil kalmıştı) Bu durum, jön Türklerin önde gideni
Ziya Paşa' nın bile hoşuna gitmiyor da;
“İslâm imiş millete pâ-bend-i terakki Milletin yükselmesine ayak bağı İslâm imiş
Evvel yoğidi işbu rivayet yeni çıkdı” Önceleri yoktu, bu söylem de yeni çıktı
dedirtiyordu. Tanzimat münevverinin çoğu, aşağılık duygusu içindedir ve “fransızca bilmeyen eşektir” görüşündedir. Karşı olduğu, kurtulmağa çalıştığı da, “var zannedilen” İslâmdır, islâmî kalıplar yerindedir, ruh gitmiştir. Türkiye öyle bir devirden geçmiştir. Beni illâ bir yerlere düşman görme, gösterme hevesi, boştur, tarihçi olarak, niçin öyle devirlerden geçtiğimizin analizini yapmış kişi olarak, nasıl söylemeyeyim:
a düşünme özürlü! Tasavvurundaki ben’e saldıracağın yerde, birkaç kitabımı okuyup da beni tanısan olmaz mı? okuma özürlüsü müsün? Anlama özürlüsü mü? Kepazeliğe bakar mısınız: yazdığım hiçbir kitabı okumamış, sâdece “kırmızılar”da yazdıklarımı, okumuş, kafasındaki peşin fikirlere, hakkımda geliştirdiği yanlış tasavvurlara göre görüş bildiriyor, iftirada bulunuyor. “Kul hakkına giriyorsun” denilince de, hoooop “hayatın dışında tuttuğum İslâmı gündeme getirme” diyecek.
27. Cumhuriyet’in erken döneminde dinle kurulan ilişki, laikleşme çabalarının bir sonucudur.
27. Laiklikle ilgili kaç kitap okudun? Kitaplarımdan birini okusaydın,
Westfalia konusunu öğrenirdin. “Düşünebilme” konusunda biraz ümitli olsaydım, “bizim” laikliğe ihtiyacımız var mıydı? “Millet nizâmı” ile, gayrı müslimlerin kimliklerini, dillerini, kültürlerini, geleneklerini çok iyi koruduk, filân anlatırdım, ama, gereği yok: şut, kalenin metrelerce üzerinden gidecek; seviye yer altında.
28. Üstelik, Maksudoğlu’ nun öne sürdüğü gibi
28. Yanlış; öyle bir şey öne sürdüğüm nereden çıkmış
29. Osmanlı’nın özellikle son yüzyılında da pozitivizm, materyalizm ve seküler düşünce oldukça etkindi.
Namık Kemal, Ziya Paşa, Abdullah Cevdet gibi birçok aydın,
dinî dogmalara karşı eleştirel bir tavır geliştirmişti.
29. Al sana yuvarlak, kaypak lâf dizisi, Bu kişiler,
hangi dogmaya karşı eleştirel(!?) tavır geliştirmiş? Tevhid olmaz, teslis olsun mu demişler? Namaz olmamalı, yoga daha iyi mi demişler? Oruç yazın değil, Şubat ayında tutulsun mu demişler?
Cumhuriyet, din ve toplumsal dönüşüm30. Maksudoğlu’nun “Türkçülük, ‘o çığırda’ devam etseydi, 1945 yılında İkinci Dünya Harbi’nin sona ermesinden sonra, ‘demokrasi havası’ içine şöyle böyle de olsa girmeseydik, halkın İslam’a yönelmesine böylece izin çıkmasaydı…” şeklindeki yargıları onun kafasındaki Atatürk Türkiye’sinin sanki işgalci Sovyetler birliği gibi bir “din karşıtı” politika yürüttüğünü sanmasının bir dışavurumudur.
30. Dışavurum ne demek: “Hatırladıklarım”da yazdım: 28 Şubat 1997 gericiliğe karşı diye yapılmadı mı? (Refah Partisini savunduğum anlaşılmasın, gerçi bu vatandaşa anlatmak zor, ya, öyle çıkışı doğru bulmuyordum) O tarihte, Eskişehir Osmangazi Üniversitesi İlâhiyat Fakültesi dekanı idim. İstanbul’dan, Marmara Üniversitesinden, Malezya’daki 4 yıllık tecrübem ışığında, Arapça ve İngilizceyi iyi bilen, günlük politika ile uğraşmağa tenezzül etmeyen, ilim adamı olmağa ayak basmış gençler yetiştirmek hedefiyle gelmiştim. (238.000 nüsha basılan
“Arapçayı Öğreten Kitap” vardı, 3 ayda Arapçayı öğretme tecrübem olmuştu, İngilizce için de, işi ciddî tutacaktık, 4 yılda olacaktı) 34 yıllık devlet memuru idim, her yıl sicil almıştım. Eskişehir’de İnkılâp İlk Okulunu ve Atatürk Lisesini bitirmiş, 1960 yılında, -İnönü’nün 1949 da giderayak kurduğu- Ankara Üniversitesi İlâhiyat Fakültesinden mêzûn olmuştum. Malezya’daki, öğretim dili İngilizce ve Arapça olan International Islamic University’nin kurucuları arasında, Sayın Bülent Ulusu’nun imzasıyla katılan Türkiye de vardı.
Her yıl, Üniversite karar verdiği hâlde, YÖK 10 yıl boyunca öğrenci vermedi. Askerî ve sivil makamlara dilekçeler verdim, Ankara’ya pek çok gittik, giderken yol kenarlarına attığımız kozalaklar, Eskişehir – Kaymaz arasında, günümüzde kocaman çam ağaçları oldu.
Millî Güvenlik Kurulu’na da gittik; orgeneralin özel kalem müdürü havacı Albay’la bir saat görüşüp dilekçemizi (evet! üniversiteye öğrenci alınması için askerî makama dilekçe!) bırakıp döndük. Birkaç gün sonra, oradan, Bekir isminde bir Albay, Eskişehir’e, fakülteye telefon etti, bana dedi ki:
-Biz, sizi tanıyoruz, “
Arapça Dilbilgisi” kitabınız, Ordu Dil Okulunda kullanılıyor. Bu dilekçeyi, YÖK’e verin, biz karışmayalım”.
“-Lütfen karışın, bu, çok mühim” dediysem de faydası olmadı.
Milletlerin tarihinde böyle çok tuhaf işler olabiliyor. Türk ordusunun gücü, İslâm’dan, İslâm’daki çok yüce şehidlik mertebesinden gelmektedir.
“Cennete giren, oradan çıkmak istemez; şehîd müstesnâ; şehîd, kendisine yapılan ikramı görünce, 10 defa daha Dünyaya dönüp şehîd olmak ister”
“Kıyâmet Günü şehîd, diriltildiğinde, yarası kan rengindedir, kokusu misk kokusudur” Hadîs-i Şerifleri vardır. Piyade marşımızdaki
Yurduma bahar yaparım göğsüme taktığım gülleri, bu inancı ifâde etmektedir.
O 28 Şubat generallerinin bâzısı mahkûm oldu, rütbeleri er yapıldı. Hükmü veren hâkimler, kanuna göre hüküm verdiler, bâzılarının Fetöcü olduğu söylentisi var, bu, durumu değiştirmez. Tabii üzücü bir durum, Harbiyeye orta halli Türkün çocuğu gider, ama, “Avrupalılaşacağız, çağdaşlaşacağız” diye,
1793 yılından beri tutulan yol, o iyi niyetli gençleri, böyle İslâm’ın İ’sine düşman hâline getirmiş. Bize, “ihtiyaç yok” diye öğrenci verilmedi, daha sonra 100 İlâhiyat Fakültesi açıldı. Bu duruma kızmanın, üzülmenin anlamı da, gereği de yok;
1793 den beri tutulan yolun yanlış olduğunda millet olarak anlaşmamız gerek. Yoksa, sağırlar diyaloğu sürer gider. Evet! KENDİMİZ, bizi “Biz” yapan değerlere bağlı kalarak, onları geliştirerek sâdece Teknolojiyi almalıyız. Alıyoruz.
31. Onun varsayımına göre, toplum dinsizleştiriliyor, halkın Müslümanlığa bağlı kültürü yok ediliyor. Bu iddialarını destekleyecek hiçbir argümanı, hiçbir veri ise yok.
31. Bu vatandaş, galiba başka bir gezegende yaşıyor Ezandan rahatsız olan diplomalımız yok mu? bu vatandaş hangi gezegende yaşıyor? bir oturuşta domuzun ne kadarını yiyebildiğini söyleyen Parti İl Başkanımız yok mu? onlar başka gezegenlerden gelen yabancılar mı? Namaz kılacak yer ayrılmadığı için -Laiklik din özgürlüğünün garantisidir (!)- okulun çatısında öğle namazı kılan öğrencileri cezalandırmadığı için müdürü eleştiren duayen gazeteci, bizde yok, dışarıdan gelen biridir her halde. Tarihî bir gelişim olarak kurulan Diyânet İşleri Başkanlığı için ayrılan parayı, dindarlar mı eleştiriyor? Küçük öğrencileri câmiye götüren öğretmenleri “suç ihbarı havasında” haber yapan gazeteci bizde yok (!) Öyle işler, Avrupada olur (!). (Avrupada, çocukları Kiliseye götüren öğretmeni, suç işliyormuş gibi, ihbar havasında haber yapan gazeteciye “aklından zoru mu var? diye bakarlar, sevabına bildirelim. Türkiyede, “Laiklik” adı altında laikçilik oynanmaktadır. Bunu görmeyene, görmek istemeyene, NASIL anlatırsınız ki!
Her şey bir yana, uygulamadaki zorlamaları, keyfîlikleri bir yana bırakalım; “Ben, Allahın verdiği aklı kullanarak, Allahtan daha iyi düşünürüm” tavrındaki laikçilere ne demeli? Onlara, zaten İslâmı benimsemedikleri, hattâ, İslâma karşı oldukları için “yerli gâvur” deseniz, ayrımcılık mı yapmış olursunuz?
İslâma göre iş gören Osmanlı Devleti, 300 yıl boyunca, Dünyanın EN Büyük Devleti idi, 16. Yüzyıla “Türk asrı” denilirdi” derseniz, gerici mi, çağdışı mı olursunuz? Hangi çağ? Günümüz medeniyetinin kaynağı, merkezi batı Avrupa’da doğan 100 çocuktan 50 si babası belirsiz olarak dünyaya geliyor, Fransa, bu hayvanca cinsî özgürlükte % 60 la şampiyon, “böyle” dünyaya gelenlerin oranı gittikçe artıyor, 20 yıla kalmaz, “onlar” çoğunlukta olacaklar, parlamentodan, nikâhı yasaklayan, “çağdışı” gören kanun çıkması çok tabiidir, deseniz kehânet sâhibi mi olursunuz?
32. Özellikle şu ifade üzerine düşünülmeli: “halkın İslam’a yönelmesine böylece izin çıkmasaydı…”. Demek ki o dönemlerde halk İslam’dan
çıkmış,32. İçten bozulma, çok erkenden başlamıştı. Prutta kıstırılmış olan, Avrupalıların “Büyük” dedikleri Petro, sonradan Katerina adıyla Çariçe olan
Martha Rabe isimli metresinin
Baltacı Mehemmed (o zamanki telâffuz böyledir) Paşaya verdiği rüşvetle 1711 de paçayı kurtarmıştı.
(çıkmamış, islâmını gizlemiş) 1960 lı yıllarda, Ankara Üniversitesi İlâhiyat Fakültesinde asistan idim, birkaç defa bilirkişi heyetinde bulundum. Yakalanıp adliyeye verilen Nurcuların kitapları, rapor vermemiz için bizlere gönderiliyordu. Gelen kitaplar içinde, “suç unsuru” mu acaba? diye sorulanlar arasında, Kur’ân-ı Kerîm de bulunurdu. Yâni, Savcı, Kur’ân-ı Kerîmi tanımıyordu! Bir kenara ayırmıyordu. Yüksek öğrenim görmüş Türk, Kur’ân-ı Kerîm, suç unsuru mudur? havasında idi. Bu lâfın derin (!) anlamı önünde diller tutulur! Bir zamanlar taharri memuru denilen sivil polisler, câmi önlerinde dilenci kılığında oturur, câmiye gelen memurları fişlerlerdi, bu İkbal Efendi dedesi sağsa ona sorarsa, ÖĞRENİR. Öğrenmenin yaşı yoktur. İstanbul’da, Sirkeci Garının yanında, “Anadolu saz” adlı eğlence mekânı vardı. Kara Mustafa Paşa Câmiinin yıkılıp onun yerinde yapılmış olduğu anlaşılınca, o eğlence mekânı yıkılıp şimdiki câmi yapıldı, mimarı, Aydın Beydir.
Bu duruma Moiz Kohen’in HİÇ katkısı olmamıştır(!) tabii.
33. Maksudoğlu, dediklerini ispatlamak için Halil İnalcık gibi bir dev ismi bile kullanmaktan çekinmiyor.
33. Halil İnalcık hemşehrimle, Eskişehir’de, Yetkin’in Çibörek Evinde görüşmüştük, kendisine, Pakistan’da çıkmış olan,
Osmanlı Political Entity: Devlet or Empire? makalemi göstermiştim. Allah rahmet eylesin, yetiştiği şartlar içinde, çok iyi bir tarihçidir de, Osmanlı Devleti’nden “imparatorluk” diyerek fâhiş bir hataya düşmekten kurtulamadı. Kendisine orada, imparatorluğun ne olduğunu, Osmanlının asla imparatorluk olmadığını anlatmıştım, ama, Ankara’ya gitti, başka yerlere gitti, yine eski havasına döndü. Allah taksirâtını affetsin.
İmparatorluk, en kısa ifâdesiyle, “üniformalı eşkıyalık”tır, Avrupalılara, Batılılara aid bir yüz karasıdır. Zahmet olacak ama, kitaplarımdan birine bakarsa bu vatandaş, ÖĞRENİR. Böyle hata yapan birine -ne denli değerli olursa olsun- kimse de sığınmaz. Rahmetliye de, başkasına da sığınma ihtiyâcım yok elhamdulillâh.
Kişiyi nasıl bilirsin? Kendim gibi! durumu!
34. İnalcık’ın Osmanlı Devleti’nin kuruluşuna dair tarihî yorumlarını, onun İslâm’a “yabancı” kalmış bir dönemin ürünü olarak sunmak, bir bilim insanının tarihî metodolojisini şahsi
inanç ekseninde değerlendirmeye çalışmaktır.34. İnanç ekseniyle ne ilgisi var! anlama özürlü! Cuma Hutbesi, İslâm devlet geleneğinde BAYRAK gibidir, semboldür, bir beldede Cuma Hutbesi, kimin adına okunuyorsa, o beldenin hâkimi odur. Cuma, onun izniyle kılınır. Ben o hükmümü, Osmanlı Devleti’nin kuruluşunun
687 Hicrî/1288 Mîlâdî yılı olduğunu,
Tursun Fakih’in Karacahisar’da Cuma Hutbesini o tarihte okumuş olduğunu (NEŞRÎ, Kitâb-ı Cihân-Nümâ, c. I s. 110, Ankara, Türk Tarih Kurumu, 1949)a dayanarak, KAYNAK GÖSTEREREK BİLDİRİYORUM. İnanç ekseni ile NE İLGİSİ VAR? hâlâ ayıkmadın mı? Rahmetlinin inancını, ibâdetini söz konusu etmiyorum ki! orası kendini ilgilendirir. Rahmetlini yetiştiği çağda, ülkemizdeki İslâma karşı bîgânelik dolayısıyla, Rahmetli üstadın, İslâm devlet geleneğinde Cuma hutbesinin “sembol, bayrak” gibi olduğunu öğrenmemiş olduğunu, bu konuda mâzur olduğunu belirtiyorum.
Bu vatandaşın kafa yapısı, ne menem şeydir? Anlayan beri gelsin.
35. Oysa akademik tarihçilik, kişisel inançlardan değil,
arşiv belgelerinden35. Arşivin yabancısı değilim;
“Tunus’ta Osmanlı Hâkimiyeti” (İnkılâp yayınevi bastı, okuyabilir, meraklısı) konusundaki tezimle ilgili çalışırken, Osmanlı Arşivi’nde, Mühimme Defterlerini inceledim. Daha sonra oraya gidip çalışmalarım da oldu.
36. Maksudoğlu’ nun yazısında, Filistin meselesi bağlamında Türk İslâmcılığının duyarlılığı öne çıkarılırken, Doğu Türkistan’daki insan hakları ihlallerine neredeyse hiç değinilmemesi, dikkat çekici bir çelişki doğurur. Eğer zulüm, yalnızca Müslüman Araplara yöneldiğinde protesto edilip, Müslüman olmayan ya da kültürel olarak farklı coğrafyalardaki Türk toplulukları için sessizlik tercih ediliyorsa, burada bir tutarlılık sorunu olduğu açıktır. Acaba bazı çevrelerin duyarlılıkları, gerçekten evrensel bir adalet talebinden mi, yoksa ideolojik tercihlere göre şekillenen seçici bir duygu politikası mı üretmektedir?
36. Yahudilerin durumu, tutumu, 2000 yıllık hayâlleri, Filistin’le ilgili, Türkistan konusunun bu konuda yeri yok. Müslümanlara yapılan zulüm konusunu anlatmıyoruz ki, ne alâkası var? bu, ucuz, gülünç bir soytarılık, daha hafif tabir bulamıyorum. İnsan böyle seviyesizliğe nasıl düşebilir, anlayamıyorum.
37. Maksudoğlu’nun yazılarında
öne çıkan en temel sorun, eleştirinin kişisel önyargılarla, tarihî bağlamdan kopmuş varsayımlarla ve komplo imalarıyla yürütülmesidir.
37. “Kişisel önyargı” ne demek? Hani? Nerede? “tarihî bağlamdan kopmuş varsayımlar”a
bir tane örnek?Komplo teorileri ve düşünsel tutarsızlık38. Maksudoğlu’ nun metinlerinde sıklıkla rastlanan bir başka eğilim, tarihî olayların komplo teorileriyle açıklanmasıdır. Mason localarından Yahudi kimliğine, Batı basınından medya sermayesine uzanan bu anlatılar, çok boyutlu toplumsal süreçleri indirgemeci biçimde yorumlama eğilimindedir.
38. Kaset komplosuyla Baykal’ın gitmiş olması, yine MHP nin bazı güzîde elemanlarının kaset şantajıyla gitmiş oldukları bilindiğine göre, hâlâ birtakım kelimeleri yan yana getirip bir şeyler söylemiş görünmek hüner mi? Gazze, Filistin konusunda birtakım hükümetlerin, başkanların
çâresizliği, o dediklerimin İSBATI. Hâlâ göremeyene NE denir? Halklar, İsrail vahşetine karşı gösteriler yapıyor,
yöneticilerin eli mahkûm. "Merkez Türkiye" kitabımı okursa, iyi olur, biraz olsun işi kavrar. İsrail’in hangi hükümete nasıl şantaj yaparak etkisiz hâle getirdiğini, sosyolojik inceleme ile ortaya çıkarmak, bu vatandaşa düşer. Bilmem hangi başkanın falan yerde gönül eğlendirdiği için elinin mahkûm olduğunu ortaya koymak da günümüzde psikolojinin, sosyolojinin konusudur, ileride de tarihin konusu olacaktır. Öyle âfâkî, yuvarlak lâflar, hiçbir anlam taşımaz.
"Merkez Türkiye" kitabımı okuyan, yahudilerin bu konudaki kendi ifşaatlarını görür, öğrenir.
39. Maksudoğlu, dindar Türkleri “gerçek Türk” kabul ederken, laik ve seküler olduğunu söyleyenleri
“yabancılaşmış”, “düşman” ve hatta “yok edilmesi gereken varlıklar” olarak tasavvur ediyor.39. Dindar değil; Türk milletinin değerlerine saygılı! Kimi yok edilmesi gereken olarak görmüşüm? O tarif ettiği tipler, Çiftçioğlu Necdet Sançar Beyin deyimiyle “maalesef Türkler”dir” o kadar.
40. Bu, Maksudoğlu’nun zihniyet dünyasının nasıl bir millet düşmanlığıyla malul olduğunu bize gösterir.
40. Şöyle diyor câhil: Çünkü milliyetçilik, adı üstünde “millet”ten gelir ve bir
milletin içerisinde çok farklı etnik, dini, kültürel yapılar, farklı yaşam tarzları olması pekâlâ mümkündür.
CÂHİL dedim; çünkü, “millet” kelimesinin muhtevasını, mânâsını BİLMİYOR: “millet”i, “kavim” ZANNEDİYOR! Bu câhilin o dedikleri; “farklı etnik, dînî, kültürel yapılar, farklı yaşam tarzları” KAVİM (nation) içinde olur, “millet”te OLMAZ: Millet, DÎN demektir, ve bir dîni benimsemiş olanların, o dînin prensiplerine göre yaşamaları esastır. Bu zavallının hâlâ öğrenmek istemediği konu da: Türkler, 1000 yılda İslâm’la öylesine özdeşleşmişlerdir ki, “nation”a dayanan “natioalizm”i, “milliyet” diye Türkçeye çevirmişlerdir.
Menahim, Yorgo, Dökmeciyan, milletten (dînden/İslâmdan) bir ferd mi? yoksa, halktan birileri mi? “millet”in ne olduğunu BİLMEYEN, böyle saçmalar.
Yorgo adındaki vatandaşımız, Menahem ismini taşıyan yurttaş, Dökmeciyan denilen vatandaş, “ben Türküm!” der mi? Demez tabiî; Türk vatandaşı Rum’um, Ermeni’yim, Yahudi’yim, der. Ama Müslüman bir Arnavut, bir Boşnak, bir Çerkes, Arnavut asıllı, Boşnak asıllı, Çerkes asıllı Türküm diyebilir. Çocuğu da okula gider, âdetlerine, geleneklerine uyar, ama, artık Türktür. Arnavut soyluyum, atalarım Boşnakmış, der.
41. Maksudoğlu’ nun bu faşizan yaklaşımı,
41. Milleti millet yapan değerler konusunda titizlik gösterenlere birtakım etiketleri uygun görenlere, Atsız’ın kardeşi Çiftçioğlu Necdet Sançar Beğ, “sözde Türk”ler diyordu, bu konuda çok güzel bir yazısı vardır.
Milleti (kavmi değil!) “millet” yapan değerleri korumak, her Türkün görevidir. Moiz Kohen’i zorla Türk yapmağa çalışan, Türkün değerlerini koruma derdindekine de böyle olmayacak lakabı, sıfatı uygun görür, saçmalar.
42. Maksudoğlu’nun “İslâm’dan sıyrılmış Türk, suyu çekilmiş portakaldır” benzetmesi, yalnızca bir metafor değil; aynı zamanda belirli bir kimlik anlayışının dışlayıcı …
42. Bu kelime YANLIŞ; ben dışlamıyorum ki, Türklüğün 1000 yıllık mayası İslâm’dan sıyrılan, gâvurluğu yeğleyen, seçen, kendisi “dış” olmuştur, kendi kendini “dış”a atmıştır. Çocuğu doğduğunda kulağına ezan okuyacağı/okutacağı yerde, müzik dinletirse, kendi bileceği iştir. Oğlu ilk okul çağında iken sünnet ettirmezse, yine kendi bilir. Anası, babası öldüğünde mevlid, Kur’ân-ı Kerîm okumazsa/okutmazsa, anası, babası çok memnun olur(!). Erkekse, askere gittiğinde, birliği hücuma kalkarken “Allah” “Allah” diye kükrerken kendisi, istediği türküyü söyleyebilir, hattâ “gâvurlar gibi “hurrâ” diye de haykırabilir. Hürriyet var, demokrasi var, faşizmin gereği yok, hangi devirdeyiz! Askerde iken, birliği ile yemek yerken, arkadaşları bir ağızdan “Tanrımıza/Allahımıza hamd olsun!” derken, “Yaşasın Doğa!” diye haykırabilir, özgürlük var.
Bu vatandaşın ayağı yere basmıyor, hayâl âleminde, kelimeler arasında yaşıyor galiba.
43. Türk kimliği yalnızca dinî inançla varlığını sağlaması mümkün değildir.
43. Sanki “sâdece dînî inançla” diyen var. Çarpıtmadan duramıyor; kafa, çarpıtmağa ayarlı gibi.
Ezbere konuşuyor, din diye geçiyor, İslâm’ın, öteki dinlerden farklı olduğunu,
hayatın bütününü kapladığını, insanın nasıl yürüyeceğini bile bildirdiğini, BİLMİYOR, İslâmı anlatan tek bir kitap okumadığı anlaşılıyor. Tek bir kitap okumadığı halde, dinden söz etmesindeki ciddiyetsizliğe NE demeli?
İslâm’ı anlatan HANGİ kitabı okumuştur? Okumak istese, HANGİ kitabı okuyacağını bilemez.
44. Özellikle Halil İnalcık gibi akademik itibarı dünya çapında tanınmış bir tarihçiyi, birey
sel ibadet alışkanlıkları üzerinden değerlendirmeye çalışmak44. Rahmetli Halil İnalcık’ı NEREDE ibâdet alışkanlığı üzerinden değerlendirmişim? “Yetişme çağında İslâm öğretilmiyordu, onun için Cuma Hutbesinin İslâm devlet geleneğindeki yerini bilmemekte mâzeret sâhibidir” demenin, Rahmetli üstadı ibâdet alışkanlığı üzerinden değerlendirmekle ne alâkası var? Hutbenin Bayrak gibi sembol değeri olduğunu bilseydi, üstad, Osman Gazi adına ilk hutbenin okunduğu
1288 yılı üzerinde dururdu, 1302 ye uzanmazdı. Bunları belirtirken, üstadın ibâdet edip etmediği ile ilgili bir değerlendirmem
nerede?45. Ancak bir yazarın etkili olması, o dönemin tüm ideolojik yönelimlerinin onun tarafından belirlendiği anlamına gelir mi?
45. Moiz Kohen, Yahudi olduğunu yakın arkadaşı Ziya Gökalp’tan bile saklayarak, Munis Tekinalp adını kullanıp sahtekârlık yaparak fikirlerini yayıp etkili olmasa idi, Cumhuriyet okullarında okuyup yetişen gençler, Rahmetli Muhsin Yazıcıoğlu gibi, Rahmetli Galip Erdem Ağabey gibi, Rahmetli Osman Yüksel Serdengeçti gibi olurlardı, Gaspıralı İsmail Beyin, Yusuf Akçura’nın, Ömer Seyfettin’in, Ahmed Mithat Efendi’nin meşrebindeki Türkçülük devam ederdi. Halbuki,
Fakir Baykurt gibi, Uğur Dündar gibi, Uğur Mumcu gibi gençler yetişti. 1924 yılında vefat eden Ziya Gökalp dâhil, herkes, onu, adından dolayı, müslüman bir Türk zannediyordu. Çoook sonra, 1961 yılında Fransa’da öldüğünde, cenâzesi sinagog’tan kaldırılınca,
çok az sayıdaki, dikkatli kimse, onun gerçekte Yahudi olduğunu anlayabildi.
Türkçü, kimliğini gizler mi?
Milleti aldatır mı?
Sahtekârlık yapar mı?46. Onun alfabe değişikliği, kıyafet reformu ya da milliyetçilik gibi meselelerde dile getirdiği iddialar,
yer yer tarihî bağlamdan kopmakta, yer yer ise öznel kanaatlerle örtüşen yorumlarla şekillenmektedir. 46. Hani? nerede, nasıl? Mesnetsiz, BOŞ lâf salatası.
47. Oysa, harfler gerçekten bir kimliğin asli unsuru değildir.
47. Kim demiş? Ortaçağın câhil, vahşî Avrupası, Medeniyetin temsîlcisi Müslümanlardan rakamları aldı (Avrupalının ve bizim kullandığımız bu rakamlar, Arap rakamlarıdır, bunu, Avrupalılar bilir de, bizimkiler bilmez), SIFIRı aldılar; önceden kullandıkları Latin rakamlarında
sıfır ( 0 ) yoktur; Romen rakamlarıyla 1453 ten 1389 u çıkarmağa çalışın bakalım. Ama, YAZIYI ALMADILAR.
Yahudiler, 1948 yılında, İbrânî yazısını hayata geçirdiler; daha önce, Hiyeroglif gibi, Latince gibi, ÖLÜ dil idi. Hintliler, Sanskrtit yazısını hayata geçirdiler; istenirse pek âlâ oluyor. Günümüzde de Türkçü gençler, Türkçeye en uygun Köktürk Tamgalarını öğreniyorlar. Sırası gelmişken, milletimizin adının aslî şeklinin TÖRÜK olduğunu kayd edelim.
48. Bu sebeple alfabenin değişmesinin, bir milletin hafızasını otomatik olarak silmesi söz konusu değildir.
48. İngilizler Kiril alfabesine geçse, Fransızlar İbrânî harflerini benimseseler, bunların kültürlerinden NE kalır acaba? Slogan tekrarlayıp durmanın, düşünceyle ilgisi yoktur, ilim adamına değil, düzgün bir okur yazara bile yakışmaz.
49. Bu tür bir sorgulama, bizi şu temel kavramsal çerçeveye götürür: Alfabe bir iletişim aracı mıdır, yoksa bir ideolojik simge mi?
49. İletişim aracı olmakla birlikte kimliği gösteren bir simgedir. Arnavut dilini, Müslüman Arnavutlar Kur’ân harfleriyle, Ortodoks Arnavutlar Kiril harfleriyle, Katolik Arnavutlar da Latin harfleriyle yazdılar (Bernard Lewis, The Emergence of Modern Turkey) Bu kitap Türkçeye de çevrilmiştir.
50. Türkçenin fonetiğine daha uygun bir yazım sistemi kurma amacının yanı sıra, geniş halk kitlelerine okuryazarlığı yayma hedefiyle de ilgilidir.
50. İkametgâh kelimesini, ikâmetgâh diye söyleyenlere ne demeli? Yağrın diye yazılması gerekirken “Yarın” yazıldığı için, televizyonda bir bayan, herhâlde Türkçe öğretmeni, “yarın” diye kısa okunacağını söyledi, şimdi çoğu öyle yapıyor; halkın doğru olarak yağrın diye, ilk heceyi uzatarak söylemesine rağmen, bu yanlış söyleyiş yayılıyor. (Yağrın; koyunun kürek kemiği: eskiler onu güneşe veya ateşe tutup ertesi günü yağmur yağıp yağmayacağını anlamağa çalışırlardı.)
51. Maksudoğlu’ nun, “Alfabe değişikliğiyle Latin harflerini almamızın Türklükle, Türkçülükle yakından uzaktan ne ilgisi vardır? O harfler Avrupa’da kullanıldığı için alındı;
51. Öyle DEĞİL Mİ? bilmiyor musun? Ya ne zannediyor bu vatandaş? İlk okulda kafasına doldurulanla gidiyor anlaşılan.
Yunanlılar, 1829 yılında bizden kopunca (Osmanlı “vatandaş”ı idiler, Türk değillermiş, demek ki) bu işte kendilerini destekleyen, yardım eden, işi bitiren Avrupalıların latin harflerini değil, KENDİ harflerini kullandılar.
Daha yenilerde, 1948 yılında Yahudiler, İbrânî harflerini hayata geçirdiler.
Hintliler, yüzyılların gerisinde kalmış olan Sanskrit harflerini canlandırdılar.
Türkçülük yapan bu vatandaşta, Göktürk Tamgalarını öğrenmeğe heves eden, çalışan gençler, delikanlılar kadar bilinç var mıdır, dersiniz?
52. Değişiklik Türklük, Türkçülük adına yapılıyor olsaydı, 1928 yılında kendi harflerimiz olan, Türkçe fonetiğe en uygun olan, ses zengini, 38 harfli Göktürk tamgalarını alıyor olmaz mıydık?” derken Latin harflerinin yerine Göktürk alfabesinin kullanılmamasını “Türkçülüğe ihanet”
52. Hoppala! Nerede “Türklüğe ihânet” diye yazmışım veya söylemişim? Kocaman YALAN! Hem, diyecek olsaydım, birçoğu gibi, öyle yanlış olarak “ihanet” demezdim; orada kullanılması gereken kelime “ihanet” değil; “hiyânet” (hâinlik)tir.
Benim böyle bir ifadem YOK! Yine hayâlindekini işe karıştırmağa başladı. Hiç doğru dürüst DAVRANAMAZ MISIN yâhuu!53. Olarak sunması, Türk alfabesini savunmaktan ziyade, kendince Latin alfabesinin Türkçeye uygunluğu savını çürütmeyi amaçlar.
53. Amaçlamama gerek yok: Göktürk harflerini öğrenen, “sâhi, niçin bu harfleri almadık da elin latin harflerini aldık? Diye, KENDİLİĞİNDEN düşünür.
54. “Türklüğe daha uygun” olup olmaması, yalnızca tarihi aidiyetle değil, aynı zamanda sosyo-linguistik işlevsellikle de
54. Göktürk harflerini öğrenseydin, Türk fonetiğine en uygun harfler olduğunu görürdün. Cehâlet zemini üzerinde durup lâf salatası yapmak, mârifet değildir, ilim adamına yakışmaz. Göktürk harflerini getirirsin, birkaç Türkçe kelimeyi, bir onlarla bir de latin harfleriyle yazarsın, hangisi Türk fonetiğine uygunmuş görürsün.
55. Ölçülmelidir. Göktürk yazısı, çağdaş Türk toplumu için pratik bir yazılı iletişim aracı olabilir miydi?
55. Niçin olmasın?
Sanskrit harfleri,
İbrânî harfleri,
Ermeni harfleri,
Yunan harfleri oluyor da
Göktürk harfleri
NİÇİN olmayacakmış?
56. Maksudoğlu, Latin harflerinin “Avrupa’da kullanıldığı için” ve “çağdaşlık, Avrupalılaşmak adına” alındığı
tezini savunuyor. 56. Yâhû, vâkıa bu, ne tezi, ne savunması. Tanzimat münevveri “fransızca bilmeyen eşektir” diyordu, Avrupa hayranlığı iliklerine işlemişti. Frenk dilinin “ben kendimi … diye çağırırım (Je m’apell …) gudubetliğini bile göremeyecek durumdaydı. O süt, böyle yoğurt yaptı.
57. Alfabe değişikliği, sadece Batı’ya benzeme arzusundan ziyade,
daha geniş bir çağdaşlaşma ve modernleşme projesinin bir parçasıydı.
57. Ne projesi,
hangi proje? İlk okulda kafasına doldurulan “belli bir devirde yapılanların hepsi en doğrudur” sloganına, kılıf uydurmağa çalışıyor. Alev Alatlı Hanımın ilân ettiği
“Moiz Kohen’in, o devrin ideoloğu” olduğu GERÇEĞİNE RAĞMEN!
Alev Alatlı Hanım, Atatürke rahmet getirilmesini isterdi, ama yadırgadığı konuyu da dile getirmekten çekinmezdi.
Ne denir? bizde böyle Türkçüler, böyle Öğretim Görevlileri var, böyle sosyologlara sâhibiz! Tatarcada, böyle durumlar için bir deyim vardır: “Kelişmese de Kutlu Bolsun”.
58. Osmanlı İmparatorluğu’nun son dönemlerinde başlayan eğitim ve okuryazarlık sorunları,
58. Tanzîmat hareketiyle Avrupa’dan aldıklarımız arasında, “tarih yazıcılığı metodu da var. Doğrudur, bu, metinde ortaya konulan bilginin nereden alındığını dipnotu olarak gösteren yazma metodu iyidir … de, metod alınırken Avrupa’lının Osmanlı hakkındaki, onu kendininkine benzeten ifâdeleri de aynen alındı. Bunlardan biri, “Osmanlı İmparatorluğu”dur. Bizdeki gafiller, bu yanlış deyimi hâlâ kullanırlar: imparatorluğun, büyük, geniş devlet demek olduğunu zannederek. Oysa, Osmanlı asla imparatorluk olmadı, bunu kitaplarımızda yazdık, çok şükür, bu yanlış kullanılış artık bırakılma yolunda. Bu iğrenç kelimeyi Osmanlı ile birlikte kullanan; “benim atalarım yüzlerce yıl üniformalı eşkıyalık yaptılar”, diye geçmişine hakaret etmekte, iftirada bulunmaktadır. Türkçü, bilinç sâhibi demektir, onu diğer, sıradan diplomalılardan ayıran bir özelliği, kimlik bilinci vardır, olmalıdır. Bir Türkçünün, Osmanlı’dan “imparatorluk” diye söz etmesi, çok acı, incitici bir durumdur.
Osmanlı, imparatorluk olsa idi, günümüzde tek tük Sırp, Bulgar, Yunan, Ulah (Romen) kalırdı, kuzey ve güney Amerika’daki yerliler kadar kalırlardı, bu kavimlerin dilleri unutulurdu. Osmanlı, tatbik ettiği Millet Nizamı (millet, dîn demektir; her din zümresini, kendinden, iyi yetişmiş birinin sorumluluğuna verdi) ile hâkimiyeti altındaki kavimlerin kimliklerini, dillerini, kültürlerini, geleneklerini korudu.
59. Son dönemlerinde başlayan eğitim ve okuryazarlık sorunları, Arap alfabesinin Türkçenin fonetiğine tam olarak uymaması gibi pratik sorunlar da bu değişimin önemli gerekçeleri arasındaydı.
59. Bu, doğrudur da, ingilizce için latin harfleri çok mu uygundur? Shakespeare yazıp Şekspir demek ne oluyor? Lewis yazıp Luvis diye okumak? Fransızcada Monsieur yazıp Mösyö demek? Jamais yazıp jame demek? Bernard Lewis adı geçen kitabında belirtir ki, dillerini Katolik Arnavutlar latin harfleriyle, Ortodoks Arnavutlar Kiril harfleriyle, Müslüman Arnavutlar Kur’ân harflerıyle yazıyorlardı.
60. Göktürk alfabesinin “Türkçe fonetiğe en uygun olan” ve “kendi harflerimiz” olarak nitelendirilmesi ve neden tercih edilmediği sorusu üzerinden alfabe inkılabının taşıdığını iddia ettiği çelişkiye vurgu yapar. Teorik olarak Göktürk alfabesi, Türkçenin kökenlerine inen ve tarihi bir değer taşıyan bir alfabe
60. Yâni, kesin değil ama, ihtimâl. Bunu, bir Türkçü yazıyor! İhtimal DEĞİL, kesin! En uygun! Birkaç misâl verelim: O/U aynı harftir; ilk hecede gelince O diye okunur, daha sonra U diye. ORHON yazarsınız, Orhun diye okursunuz; çünkü ikinci hecede dar yuvarlak daha kolay söylenir. Ant, tek harftir: bir yuvarlak içinde üç nokta. Anlaşılan, bir tabak gibi yuvarlak, nesne içine üç şey konulur ve içilirdi, yemin. And içmek deyimi günümüzde de kullanılır. T sesinin yumuşayarak D oluşu, çok yaygındır: At (isim) kelimesindeki T harfi, iki ünlü arasına gelince yumuşayıp D olması gibi: adınız nedir? Sırası gelmişken hatırlatalım: Kazakistan’da okumuş olduğuna göre, bu Türkçünün de bilmesi gerekir; Kazak kardeşlerimiz, isim, kişiyi temsil ettiği için, saygı gereği, “atınız KIM?” diye sorarlar, “adınız NE?” demezler. “Ne”, nesne, şey için kullanılır, isim ise, insanı temsîl eder.
Türkçe kelimelerde çokça kullanılan, kırıntı, gürültü’de olduğu gibi) NT, LT sesi için, sâdece bir tamga vardır. İngilizler, Mr. gibi kelimelerdeki noktayı bile kaldırdılar.
61. Toplumsal Hazırlık: Göktürk alfabesi, o dönemde toplumun büyük çoğunluğu tarafından bilinmeyen, çok az kişinin vakıf olduğu bir alfabeydi. Sıfırdan bir alfabe öğretmek, mevcut Arap alfabesinden Latin alfabesine geçişten çok daha büyük bir pedagojik ve toplumsal yük getirecekti.
61. Latin alfabesindeki C harfi Avrupa dillerinde S diye, bazı yerlerde K diye okunur. G harfi bazı yerlerde C diye okunur. Kısacası, bu harfleri öğrenen Türk halkı, sıfırdan başlayarak öğrendi, öğrenebildiği kadar. İnce Ke sesi için Q harfinin alınması düşünüldü, sonra vaz geçildi. Yâni, hiç kolay olmadı.
62. Yayıncılık ve Basım Teknolojisi: Matbaacılık ve basımcılık dünyası büyük ölçüde Latin alfabesi üzerine kuruluydu. Göktürk alfabesiyle basım için tüm teknolojik altyapının baştan kurulması veya uyarlanması büyük bir maliyet ve zaman kaybı yaratacaktı.
62.Bunun boş lâf olduğunu, Sanskrit, İbranî, Yunan, Ermeni harfleriyle basılan
yüz binlerce kitap göstermiyor mu? Kişi, kafası şartlanmış, düşünce özürlü olunca, yapılmış olan, pek de doğru olmadığı anlaşılan işlere, böyle kılıf uydurmağa çalışır.
63. Uluslararası Entegrasyon: Latin alfabesi, uluslararası bilim, ticaret ve diplomasi dili olarak yaygın kabul görüyordu. Latin alfabesini benimsemek, Türkiye’nin dünya ile iletişimini kolaylaştırırken, Göktürk alfabesi bu entegrasyonu zorlaştırabilirdi.
63. Evet, İsrail
İbrânî harflerini, Hindistan
Sanskrit harflerini
Ruslar Kiril harflerini kullanıyor,
Çinliler, Yunanlılar, Gürcüler, Ermeniler, Bulgarlar da öyle. Bu kavimler, Uluslararası sistemin
dışındalar mı?64. Maksudoğlu’ nun kalpak ve fes tartışması etrafında ürettiği söylem, kültürel simgelerin zaman içindeki değişimini ideolojik karşıtlıklara indirgemekle sınırlı kalmaktadır. Fesin II. Mahmut döneminde resmiyet kazandığı, kalpağın ise Millî Mücadele ile özdeşleştiği tarihî açıdan doğrudur. Ancak kültürel semboller zamanla değiştiğinde, bu değişimi bir “ihanet” ya da “öz benlikten kopuş” olarak yorumlamak ne kadar sağlıklıdır?
64. İkinci Dünya Savaşı başlarında Hitler Fransa’yı işgal edince, De Gaulle, müttefiklerin yardımıyla direnişi düzenlemeğe başladı, her şeyi müttefikler veriyordu. De Gaulle, Fransız askerinin kepindeki ponpon da mutlaka olacak! diye uzun boyuyla tepiniyordu. Ponpon, top şeklindeki püskül, silâh değildi, bir işe yaradığı da yoktu. De Gaulle, ukalalık olsun, laf olsun diye israr ediyordu(!)
Milliyetçilik, din ve kavramsal karmaşa65. Maksudoğlu’ nun milliyetçilik kavramına yaklaşımı da ciddi kavramsal karmaşalar içermektedir. “Nasyonalizm”in Türk toplumunda bir tür “boy abdesti aldırılmış, hidayete erdirilmiş” forma büründüğünü ileri sürmesi, dinî kavramları siyasî ideolojilerle harmanlayan sorunlu bir metafor kullanımıdır. Bu yaklaşım, hem milliyetçilik hem de din alanında sağlıklı bir düşünsel ayrımı engellemektedir.
65. Aynen öyle OLMUŞTUR: Türk Milletinin,
nasyonalizm’i, Araplar gibi -doğrusu da öyledir- kavmiyye diye tercüme etmeyip, dîn demek olan “millet” kelimesinden türeterek
“milliyet” diye tercüme etmesi, durumu, gerçeği göstermektedir;
Bernard Lewis’in -bozuk saatin günde iki sefer doğru vakti göstermesi gibi-, çok doğru bir ifâdesi var: İslâm, Araplar arasında çıkmasına rağmen, Hristiyan Arap’tan söz edilebilir, ama
Hristiyan Türk, târife aykırıdır (contradiction in terms) der. (Ürdünde, Lübnanda Hristiyan Arap vardır) Bundan dolayı da bu millet, isâbetli olarak,
natioalism’i, “milliyetçilik” diye ANLAMIŞ, öyle tercüme etmiştir. “Millet”; “dîn” demektir, Türk, İslâm’la 1000 yıl boyunca öyle yoğrulmuştur ki, Türk kavmi, Türk Milleti (Müslümanları)ni temsil ettiği gibi, Türk, hayat tarzını, her işini ona göre ayarlamıştır.
Moiz Kohen’in son asırda makas değiştirttiği, İslâm’dan sıyırdığı
Türkçülük akımının etkisi altında kalanlar, İslâmı Türkçülüğe aykırı görenler dışındaki Türklerin İslâmla meselesi yoktur.
66. Peki, milliyetçiliği “dinileştirmek”, onu daha meşru ya da “bizden” yapar mı? Türk düşünce tarihinde Ziya Gökalp’ten Yusuf Akçura’ya, Türkçülüğün temelleri dinle değil, millet, kültür ve dil birliğiyle açıklanmıştır. Gökalp’in “millet” tanımı; dinî değil, sosyolojik bir bütünlüğe dayanır. Dolayısıyla milliyetçiliği İslâm’la özdeşleştirme çabası, modern Türk milliyetçiliğinin kurucu düşüncesiyle açıkça çelişmektedir.
66. ”Millyetçiliği dînîleştirmek” sözünü, kullananın, “millet“in NE DEMEK olduğunu BİLMEDİĞİ tekrar görülüyor, bu câhil (demezsiniz de ne dersiniz?), “millet”i, hâlâ, “kavim” zannediyor. A câhil! Millet, aynı dünya görüşünü benimseyenler topluluğudur. Doğru dürüst tarih öğrense idin (haksızlık etmeyelim, burada mâzereti var, ülkemizde doğru dürüst tarih öğretilmiyor, gayret edip, entelektüel merakla, okul kitapları dışında tarih okumayan da, böyle, “diplomalı câhil” olarak kalıyor.) Osmanlı’daki
Millet Nizâmı’nda her
inanç zümresinin/milletin (kavmin DEĞİL) kendinden bir yetkilinin sorumluluğuna verildiğini, diline, kültürüne, inancına, geleneğine karışılmadığını, böylece asırlar boyunca Türk hâkimiyetinde yaşayan Sırpların, Yunanlıların, Ulahların (Romenlerin), Bulgarların, dillerinin, kimliklerinin korunmuş olduğunu, Amerika yerlilerinin başına gelenlere uğramamış olduklarını ÖĞRENİRDİN.
67. Dolayısıyla milliyetçiliği İslâm’la özdeşleştirme çabası, modern Türk milliyetçiliğinin kurucu düşüncesiyle açıkça çelişmektedir.
67. Kurucu düşünce dediği: Moizci düşünce demek.
Her Türkçünün hatırlamasında fayda, hattâ zarûret var. Bunlar bilinmezse, ezbere, slogan Türkçülüğü olur.
*** *** *** *** *** *** *** *** *** *** *** ***Değer miydi, bilmem; ama bu kadar vakit sarf edip kısaca yanıt verdim. Aslında, bu konu, bir buçuk yıl önce, “Kırmızılar”da tartışılmış, kapanmıştı. Aradan bu kadar zaman geçtikten sonra, başlığı da Türk kökenli olmayan bir yayın organında, haddini bilmezce, adımı diline dolayarak laf salatası kıvamında, bazı kavramları sıralayarak bildiği, bilmediği konularda -hiç gereği yokken- döktürmüş. Bu arada, irtikâp ettiği birtakım iftiralara, yanlış suçlamalara, onun seviyesine uygun olarak yanıtlar verilmesi gerekiyordu, ama ne yapalım ki Rahmetli Emin Işık hayatta değil; yoksa onun ağzını (uslûbunu) ödünç alır, öyle yanıtlardım, nasip değilmiş.
Bir buçuk yıl önce, Eskişehir Osmangazi Üniversitesi’ndeki arkadaşların “Kırmızılar” Bloğunda yazdığım “Yanlış Milliyetçilik” başlıklı yazım dolayısıyla, bu vatandaşla ve konuya katılan diğer bir zatla yazışmalarımız olmuştu, anlayan, konuyu anlamış, konu kapanmıştı.
Şimdi, bir buçuk yıl sonra, saygısızca, haddini bilmeyerek, edep sınırlarını alabildiğine zorlayarak, ilk okulda kafasına doldurulanlara aykırı bulduğu görüşlerimi hedef tahtasına koyarak belli konulardaki cehâletini ifşâ edercesine Mîsâk’ta tekrar aynı konuya dönmüş. Böylece şöhret mi elde etmek istiyor, gayesi nedir, bilinmez, ama, belli konulardaki cehâletini ortaya koyuyor, hedef aldığı, çatma küstahlığında bulunduğu, Türkçülük konusunda kendisinden çok daha kıdemli olan, 1960-61 ders yılında İzmir İmam-Hatip Lisesi 6 ve 7. Sınıf öğrencilerine Rahmetli
Atsız’ın
Türk Ülküsünü, Rahmetli
Ahmet Hikmet Müftüoğlu’nun
Çağlayanlarını okutan, bu konuda unuttukları, kendisinin bilgisinden fazla olan kişinin kim olduğunu bilmeden, araştırmadan, böyle bir münasebetsizlikte bulunmuş.
Bu seviyeye hitâb etmek sıkıntısına tekrar katlanmağa niyetim yok.Mehmet Maksudoğlu’nun görüşlerini öğrenmek isteyenler, kitaplarını okurlar, böyle ilk okul müsamere çocuğunun yazdıkları çok yanıltır, yazık olur.
*Osmanlıdan Günümüze Değişme Mâcerâmız
*Merkez Türkiye
*Türk KimliğiBundan sonra da, bu gibi seviyesiz, haddini bilmez, saygısız ve kafası şartlanmış kişilerin seviyesine inerek vakit kaybetmek niyetinde olmadığımı belirtir, okuyanlara, sağlıklı, iyi günler dilerim.
Türk olmak kolay değil;
Karşında bütün dünyayı bulursun Denilmiş ya, buna ekleyeceğim var: Üstelik, bir de ‘böyle’, kafası 1920lerde kalmış Türkçülerle uğraşmak zorunda kalırsın!
Köktürk Tamgalarını öğrenmekte olan Türk gençlerine Selâm!
Yorum yazın: