”Fuzûlî, şiirin depesine öyle bir urmuş kim, şiir daha kendine gelemiyr.”
Çok doğru söylemişti tabiî; Fuzûlî, en büyük şâirlerimizdendir, belki de şâirlerimizin en büyüğüdür. Büyük şâir Fuzûlî’nin dokunduğu, kendinden geçirdiği şiir ne zaman kendine gelir, onu bilmem ama, “kendine gelmek” öyle kolayca elde edilebilecek bir durum değildir. Bunu, son günlerde Konya’mızda yapılan iyi niyetli, güzel, şatafatlı, acıklı, düşündürücü “spor etkinliği”nde görüyoruz:
Avrupa normlarının kapladığı dünyâmızda, yüzyılların gerisinde kalmış, bırakılmış, unutulmuş Eski Yunan oyunları, Yeryüzünün hemen her yerini gasbetmiş, sömürmüş, yağmalamış Avrupa emperyalizminin bir marifeti olarak 19. Yüzyılda Olimpiyat adı altında sahneye konuldu, çeşitli spor yarışmaları yapıldı. Bu “Avrupa merkezli” anlayış ve etkinliğe birçok ülke, “ben de varım”, “mevcudum” dercesine katıldı.
Ülkemizde son yıllarda görülen “kendimize gelme” gayretlerinin bir tezâhürü olarak, “biz de milletlerarası spor yarışmaları yapalım, ama, bu, Müslümanlar arası olsun” anlayışıyla isâbetli olarak yer seçimiyle, Konya gibi gerçekten mühim bir beldede bu işe başlandı.
Yabancı olimpiyat kelimesinin kullanılmamış olması da hayırlı bir başlangıçtır, bilinç işâretidir.
Bunlar iyi, hoş da, “Batı anlayışı öyle, bizim de öyle yapmamız gerekir” diye mi öyle gereksiz buram buram aşağılık duygusu kokan koreografi, müzik, ışık … gibi kültürümüze, geleneğimize yabancı eylemlerle başlanıyor? Çok mu gerekli?
İslâm ile ilgili bir iş yapılacaksa, onda İslâma aykırı bir konu OLMAMALIDIR, bu basît gerçeği göz önünde bulundurursak, öyle yabancı kültür ürünü bale hareketleri, hele hele kızlarla erkeklerin kucaklaşması (sözde Muhâcir-Ensâr karşılaşması!!!) gibi komik, acıklı sahnelerin yersizliği, münâsebetsizliği ortadadır. Namaza çağırma işi görüşülürken, Hristiyanlar gibi çan çalmak, Mecûsîler gibi ateş yakmak, Mûsevîler gibi boru öttürmek akıllara gelmişken, hiçbirine benzememek üzere insan sesi, ezân bildirilmiş, uygun düşmüştür.
İslâm Dayanışması Spor Yarışmaları, bu Tanzîmât artığı kültür istilâsı görüntülerinden uzak olarak, şöyle yapılabilir:
1.Bir Cuma Günü, sporcular, çalıştırıcıları, yöneticileri, ilgililer… Eyüp Sultân Câmii’nde namaza katılırlar. Hanımlara Cuma namazı farz değildir.
2.Minyatürk’te İstanbul’un fethini seyrederler.
3.Cumartesi Günü Edirne’de mimarlık şâheseri, mekânda birliği gösteren, Tevhîd (Birlik) inancını sembolize eden Selîmiye Câmiini ziyâret ederler. Mâzeretli olan bayan sporcular, câmiye girmezler.
4.Pazar Günü Sultân Murâd Hüdâvendigâr’ın, “Dârul hilâfet” dediği Bursa’da Ulu Câmiyi ziyâret ederler; âdâb bilmez gâvur turist bayanlar gibi, regl hâlindeki hanımlar, câmiye girmezler.
5.Pazartesi Günü Konya’da kısa konuşmalarla açılış yapılır: Yarışmalar, okçuluk, yüzme, güreş … gibi, BİZİM dallarımızda yapılır.
Uzakdoğu sporları da eklenebilir. Bayan sporcuların her spora katılmaları da şart değildir. Bunun ayrımcılıkla filân ilgisi yoktur; Batı’lı “öyle” yapıyor diye, bizim de “öyle” yapma mecbûriyetimiz yoktur. Hanımları aşağıladığım sanılmasın: beni de rahmetli annem Hâfız Meryem yetiştirdi, onu rahmetle, saygıyla anıyorum.
Unutulmasın: Annelik, en büyük iştir, meslektir: BEŞİK SALLAYAN DÜNYA’YI SALLAR.
Batı’dan örnek verelim:
İngiltere’de seyretmiştim: Hitler, Alman kadınlarına, çocuk yetiştirme yarışı diyebileceğimiz bir gösteri tertiplemişti. Alman bayanlar, güneşli bir havada, bebeklerini oturttukları çocuk arabaları ile geçit resmi yapıyorlardı. Hitler, işgal ettiği ülkelerdeki kadınları çalıştırıyor, Alman kadınını çocuk yetiştirmeğe, “iyi, üstün Alman” yetiştirmeğe yönlendiriyordu.
Kendimize Gelme faaliyetlerimiz içindeki bu, Müslümanlar arası Spor Yarışmaları iyi niyetle girişilen bir başlangıç gibi görülüyor; ancak, sekiz nesildir üstümüze çöken kültür istilâsının bale, koreografi, kız-erkek karışıklığı, çıplaklık gibi yabancı unsurlardan ayıklanması, arıtılması çok zaman alacağa benzer. Hele bayan sporcuların çıplaklığı islâm kelimesiyle birlikte anılan bu oyun rezâletine tüy dikmektedir.
Kültür İstilâsı böyle kaplayıcı, mahvedici bir felâkettir; asker işgalinden bin beterdir. Kâfirlerin, asker kullanarak zorla yaptıramayacakları işleri, onlar gibi olmak, onlar gibi yapmak hevesiyle, coşkunluğuyla gönüllü olarak, şevkle yaparsınız, bunu da ilericilik, çağdaşlık adına yaparsınız.
Ağır baskısı altında yaşadığımız, pek çoğumuzun artık kanıksadığı, benimsediği Kültür İstilâsı, resmen 1839 yılında Tanzîmât’la başlamıştır. ‘Aydın’ denilen diploma hamallarımızın pek çoğu, Tanzîmât’ın, Osmanlı Devleti’nin ikiye bölünmesi veya Osmanlı Hânedânı yerine Kavalalı Hânedânı’ının geçmesi gibi kırk katır mı, kırk satır mı durumunda, İngiliz maşası Mason Mustafa Reşid Paşa tarafından, 16 yaşındaki toy Abdülmecid’in gizli oturumlarla iknâ edilerek Gülhâne’de ilân ettirildiğini bilmez! Diplomalılarımızın çoğu, Tanzîmât Fermânı ile, Osmanlı mülkünü, İngiltere’nin açık pazarı hâline getirmiş olan Baltalimanı anlaşmasının (1838) sağlama alındığını da BİLMEZ. Tanzîmât münevverinin tutumunu, durumunu “aldanmak ve aldatmak” diye belirten çağımızın ünlü düşünürü Cemil Meriç’ten de haberi yoktur. Okulda kafasına yerleştirildiği üzere, ‘Tanzîmât ileri atılım hareketidir’ diye bilir, bu YANLIŞ bilgiye karşı çıkanları da gericilikle suçlar. Diplomalılarımız, zihinlerindeki görünmez ağlardan kurtulmadıkça, doğru göremez, doğru düşünemez, doğru davranamaz.
Türkiye bunun ızdırâbını çekmektedir.
Kültür istilâsından kurtulmak, kendimize gelmek, HİÇ KOLAY DEĞİLDİR; zihindeki ağlardan kurtulmak, DURUŞ sâhibi olmak, okumuş câhillerin ne dediğine aldırmadan DOĞRU olanı yapmak irâdesini, kararlılığını göstermek, bu yoldaki ilk adımlardır.