O hangi velîdir ki onu hemşîreleri denize attılar? diye sorana,
şöyle cevap verilmiş :
Bunun neresini düzelteyim;
Velî değil nebî,
Hemşîreleri değil, birâderleri,
Denize değil, kuyuya,
bir “attılar”ı dogrudur. O, Yusuf Nebîdir.
“Bundan beş yüz sene evvel yine böyle bir yaz mevsiminde, kalabalık bir maiyet ve binlerce kişilik bir ordu ile İstanbul’dan Mısır’a doğru bir yolculuk başlamış idi. En önde burma bıyıklı koca padişah, onun da önünde rivayete göre hazreti Peygamber. Ordu’da Ulah vardı, Rum vardı, Arnavut vardı, Ermeni vardı, Sırp vardı, hepsinden önemlisi tüfek vardı, top vardı.” buyurmuş sayın yazar.
Osmanlı ordusunda Ulah, Rum, Arnavut, Ermeni ne arıyormuş? diye sorasınız gelir; “anlaşılan yeniçerilerden söz ediyor” diyeceksiniz ama; yeniçeri, Müslümandır, 16. yüzyılda “nation” söz konusu değildi, Türkçe konuşan, İslam kültürü içinde yetişmiş yeniçerilerin etnik kökenini öne çıkarıp müslümanlığından söz etmemek ne iştir? Anlaşılmaz! Artık müslüman olmuş yeniçeri, eski dîni Hristiyanlık için mi savaşıyordu yoksa İslam için mi? ölünce hangi mezarlığa gömülüyordu? Osmanlı, İslam`a giren, önce acemi oğlanı, sonra yeniçeri olan çocukları, gençleri, öncelikle Balkanlardan devşirmişti, o bakımdan, Arnavut, Rum, vb. kökenli yeniçerileri (artık eski DÎN ve KÜLTÜRLERİYLE İLGİSİ kalmamış, MÜSLÜMAN olmuş, türkçe konuşan bu askerleri) anladık da Ermenilerin de yeniçeri olduğunu böyle kesin olarak belirttiğine göre, Sayın Hulûsî Üstün`ün bildiği bir şey olmalıdır. Kaldı ki, yeniçeri, müslümandır, onun etnik kökeninden söz etmek, anacronismdir, târihi tersinden okumaktır. Rum Tekfur Mihail, esir düştü, Osman Gazi, mertliğini, savaşçılığını beğendiği Mihail`i salıverdi. Türkleri ve İslâmı yakından tanıyan Mihail, samîmî bir müslüman oldu, Osman Gazi`yle birlikte diğer tekfurlara karşı cihâd görevinde bulundu, Mihal Gazi oldu, (Eskişehir`in bir ilçesi günümüzde onun adını taşımaktadır) onun soyundan gelenler çok uzun yıllar Mihaloğullari nâmıyla akıncı beyleri olarak savaştılar. Şimdi, Sayın Hulusi Üstün`ün deyimiyle “Osmanlı’nin çok büyük akıncı beyleri, Rumlar, Avrupa içlerine akınlar yapıp cihâd görevinde bulunmuş” oluyorlar! Mantığa bakar mısınız!
Mihal Gazi ne kadar Rum ise, yeniçeriler de o kadar Rum idi!
Sayın yazar devam ediyor:
`Şan, şeref, iktidar ve servet için yola çıkmış bir ordu idi bu.`
Nereden biliyorsa? Halbuki Selim Han ne diyor:
Milletümde ihtilâf u tefrika endîşesi
Kûşe-i kabrimde hattâ bî-karâr eyler beni
İttihâd oldu hücum-ı hasmı def`a çâremüz
İttihâd etmezse millet dâğıdâr eyler beni
Milletimde (Müslümanlarda) (Arapçada ve 16. Yüzyıl Osmanlı türkçesinde `millet`. `dîn` demektir) anlaşmazlık ve ayrılığa düşme kuşkusu
Kabrimin kösesinde bile beni rahatsız, huzursuz eder, (16. yuzyılda nasyonalizm değil, inanç vardı; mücâdele Muslümanlarla Hristiyanlar arasında oluyordu.
Hasımların hücûmunu püskürtmek için çâre birliktir
Millet (Müslüman milleti) birlik olmazsa, beni derinden yaralar.
(Zâten müslümanların tek Devlet olması esastır, iki başlılık olmaz. Hz. Ömer R,A. sûikasde uğrayıp yaralandığı zaman Aşere-i Mubeşşere`den olan seçkin 6 sahâbîyi görevledirdi, içlerinden birini Halîfe seçeceklerdi, oğlu Abdullah`ı da aday olmamak uzere heyete dahil etti, ona Abdurrahman b. Avf`ın görüşüne uymasını tenbîhledi. Halîfe, Papa gibi sırf rûhânî lider değildir; İslam devletinin başındaki kişidir; siyâsî, askerî, mâlî güç sâhibi olmalıdır. 1517 yılındaki, Halîfe ünvânını taşıyan kişi, 1258 de Mongollar Abbâsî Hilâfetini yıkınca, Kölemen Sultânı Baybars`ın, öldürülmüş olan Halîfenin akrabâsından, 1260 yılında Mısır`a getirtip sembolik halîfe yaptığı zâtın soyundan gelen birisidir, siyâsî, askerî, mâlî gücü olmayan bir kukla idi, merâsim efendisi idi.)
Selim Han, İslâm Birliği yolunda büyük bir adım olan, Mısır’ı Osmanlı ülkesine katıp dönerken, İstanbul halkı, kendisini büyük şenliklerle karşılamağa hazırlanıyordu. (Hz. Muhammed SAV. Mekke`yi fethedip girerken, tevâzu’undan dolayı öyle eğilmişlerdi ki, mübârek sakalı neredeyse devesinin rahline (semer, eğer, diğer hayvanlar için kullanılır) değiyordu. Peygamber sünnetine çok bağlı olan Selîm Hân, aynı şekilde, şân, şöhretten uzak bir şekilde İstanbula geldi: İzmit`ten, deniz yoluyla, Topkapusu Sarayına! İstanbul halkı, Sultânın geldiğini ertesi gün öğrendi.Yâni : “şan,…yola çıkmış bir ordu idi bu” palavrasının TAM TERSİ durum!
Bundan sonraki cümleyi iktibâs etmeğe edebim mânidir. Öyle bir cümle kurabilen yazarın hangi kültür seviyesinde ve nasıl bir psikoloji içinde olduğunu meraklıları inceleyebilir.
“Mısır, cumhurun iradesi ile secilen bir kral (bu kelime sırpça olsa gerek Hristiyan hükümdara verılen ünvandır) ile yonetilirdi.” deniliyor. Mısırın başındakinin de Hristiyan (!) olduğunu böylece öğreniyoruz (!). Herhalde Melik demek istiyor.
1517 yılında, Mısır’ın başında seçilmiş bir hükümdar vardı ama, seçenler cumhur DEGIL iktidarı elinde tutan kölemen (memlûk) askerlerdi, halkın, cumhûrun yönetimle en küçük ilgisi, o konuda zerre kadar yetkisi yoktu. Adının gösterdiği gibi, kölemenler (memlûkler), Kafkasya`dan, Deşt-i Kıpçak`tan çocukken köle olarak getirilip askeri eğitimden geçirilmiş, Mısır ordusunda kullaniılmış, döğüşe yatkın insanlardı. Zamanla, iktidarı ele geçiren kölemenlerde esâs unsur Kıpçaklar ve Çerkeslerdi. Baslangıçta Kıpçaklar hakimdi, bunlara “Bahrî memlûkler” denildi, Kıpçaklardan dolayı, bâzı Avrupa ve Arap târihlerinde, kölemen devletine `Türk Devleti` denildiği oldu. Sonra iktidar, “Burcî memlûkler` denilen Çerkes kölemenlere geçti. 1517 yılında Mısır’ın başında Çerkes kölemenler vardı.
Kölemen Sultânı Kutuz 1260 yılında, Suriye`de, Ayn Calut`ta Mongol ordusunu yenip Mısır`a dönerken, yolda sûikasta uğrayarak öldürülmüş, yerine başka bir kölemen geçmişti; `cumhur` böyle seçiyor(!) olsa gerek.
Mısır`daki Halîfe, İslâm âleminin `sembolik` başı idi, bir gücü yoktu.
“Meşhur tanımı ile din isleri ayrı, devlet işleri ayrı yoldan akıp giderdi. Mısır laikti hasılı, Fransa`dan çok önce ve çok önde laik.” demiş sayın yazar.
Burada, Mısır`daki Halife`nin sembolik olduğu ikrâr ediliyor; Kölemenler, yönetim işlerine sembolik Halîfe`yi karıştırmıyorlar. Laiklik ise ayrı bir konu: Mısır mahkemelerinde laiklikteki gibi, (mevcut olmayan) Parlamentonun yaptığı kanunlar mı uygulanıyordu yoksa, kadılar Şerîata göre mi hüküm veriyorlardı? Şerîata, Şâfiî mezhebine göre tabiî. Ne laikliği? Ne derin (!) bilgi seviyesi!
Laiklik çok makbûl, güncel ve dahî `yüce` bir konu ya, Mısır, Fransa`dan daha onde oluyor! Aslında, 1648 yılı laiklik konusunda çok keskin bir dönemeçtir; 30 yıl boyunca birbiriyle savaşan Katoliklerle Protestanlar, bir sonuç alamayınca, bir taraf ötekini yenemeyince Westfalia anlaşmasıyla, her prensin istediği dîni seçmesini kabûl ettiler (Biz Katoliklik ve Protestanliğa `mezhep` diyoruz, kendileri `din` diyorlar), tabiî, prenslere tâbi halk da onlar gibi, Katolik veya Protestan olmakta karâr kıldı.
“Bir de dünyanın en eski üniversitesi işletilirdi ki, İslam`ın beyni idi El Ezher.” deniliyor.
Sayın yazarin, Ezher kurulduğu zaman, oraya hocaların Tunus`taki Zeytûne`den gitmiş olduklarını bilmediği anlaşılıyor; şaşılacak bir durum değil. (Zeytûne, baslangıçta, Ezher gibi câmide öğretim vermişti, 20. yüzyılda, Osmanlı`lar zamanında Hammûda Bey`in yaptırdığı 5 kışladan biri olan binâda faaliyetine devâm etti).
“Hicaz’daki kutsal beldelerin idaresi, iaşesi ve güvenliğinden sorumluydu Mısır.” deniliyor. (kutsal uydurma sözünün doğrusu `kutlu` veya `mukaddes` olmalıdır.)
“Dünyanın en güçlü iki devletinden biri sıfatıyla Kızıldeniz üzerinden Hint Okyanusunu, Nil boyundan Afrika içlerini denetlerdi.”deniliyor.
Halbuki 1517 yılına gelindiğinde Kölemen Devleti güçten düşmüştü. Onaltıncıi yyüzyılın büyük devletleri olarak İran`da Safevîler, Hint Okyanusu`nu `Portekiz Okyanusu` hâline getirmiş olan, Uzakdoğuyu sömürgeleştirmiş olan, Güney Amerika kıtasının büyük kısmına hâkim olan, (Brezilya`da günümüzde bile Portekizce hâkimdir) Osmanlı`nın `Portakal kâfiri` dediği Portekizliler, Güney Amerika kıtasının diğer yarısına hâkim, Orta ve Kuzey Amerika ile Kuzey Afrika`da yayılan İspanyollar, evet, çöküş sürecindeki Kölemenler, Avrupa`da o çağlarda ilerleyen tek müslüman güç Osmanlılar ve hâlâ büyük deniz gücü olan Venedik Devleti (Osmanlı, Kıbrıs’ı 1571 de Venediklilerden aldı, Rumlardan değil!)) vardı.
Afrika’nın güneyindeki Ümit Burnunun 1498 de keşfinden sonra Hind ticâret yolu Portekiz`in eline geçmiş, eskiden Baharat Yolunun geçtiği Mısır’ın vergi geliri çok düşmüştü. Osmanlı Devleti, Portekiz tehdîdine karşı destek olarak 30 harp gemisini ve 300 topu Mısır`a, islâmî dayanışma çerçevesinde göndermisti. Fakat, kendilerine Sen Jan Sovalyeleri diyen korsanlar bu yardımı gaspetmişlerdi. Sultân Selîm, Mısır`a, ikinci kez 400 top, 2 ton barut, malzeme, Osmanlı subayları ve gemi yapmak için ustalar göndermişti. Portekizliler, Hint Okyanusunda, Diu`da Kölemen donanmasını mahvetmişlerdi.
“Osmanlı Ordusunun hedefinin Mısır olduğu ortaya çıkınca yaşlı Kral o güne dek kendisine ‘muhterem Pederim’ hitaplı mektuplar yazan Sultan’ın gerçek niyetini sezip ‘dur!’ dedi. İslam âleminin ruhani lideri olan Halife, kendisinin de yaşadığı Mısır’a yönelik bir savaşın onu Baği kılacağını Yavuz’a ihtar etti.” deniliyor.
Herşeyi karmakarışık olarak ortaya suren bir ifâde daha!
Selîm Hân, Çaldıran`da 1514 yılıında Şâh İsmail`i yenmişti, şîîlik iyice yerleşmeden İran`dan söküp atmak istiyordu. Sultân Selîm Hân o kışı Karabağ`da geçirip ertesi yıl, İran üzerinden ilerleyerek, İran`daki şîğîliğe karşı savaşan Özbeklere ulaşsaydı, hem İslâm dünyâsında büyük çoğunluktan ayrı bir mezhep kalmayacak, hem de güçlenmekte olan Moskova Knezligi`ne karşı ortak bir cephe kurulmuş olacaktı. Şâh İsmail ise, Çaldıran`da yenildikten sonra Kölemenler`e yanaşmış, Selîm`in, İran`ın işini bitirdikten sonra Mısır`a yöneleceğini ileri sürerek onların desteğini istemişti. Kölemen Sultânı Kansu Gavri 50 000 kişilik bir kuvvetle Suriye`ye geldi. Bu davraniş, dünyevî çıkar kollaması bakımından akıllıca idi, ama, öte yandan, sünnî islâmın(sembolik de olsa) temsilcisi olan Abbâsî Halîfesini Kahire`de barındıran devlet olarak, kendi meşrûluğunu mahvediyordu. Kölemen Devleti, bu tutumuyla, sunnî inancın güçlü ve mücâhid temsilcisi olan Osmanlı`ya karşı şîî İran`ı desteklemiş oluyordu. Aslında İran üzerine gitmeğe niyetli olan Sultân Selîm Halep`teki Kölemen Sultânı`na, kendi niyetinin, İran`ı, iyice kök salmadan şîîlikten temizlemek olduğunu bildiren elçiler gönderdi. Fakat Kölemenler elçileri hapsettiler, ancak Ordu-yu Hümâyûn`un (Osmanlı Ordusunun) yaklaşması üzerine salıverdiler. Kansu Gavriözür dileyerek elçiler gönderdiyse de, Selîm artik onun samîmiyetine inanmadı, Kölemenler`in gizlice İran`la haberleşmekte olduklarından işkillendi. Ordu-yu Hümâyûn, İran`a doğru ilerlediği takdîrde, Suriye`de bulunan Kölemen ordusu arkadan saldırabilir, Osmanlı, iki ateş arasında kalabilirdi. Şâh İsmail zâten görünürde yoktu. Sultân Selîm, bunun için ordusunu güneye çevirdi,Kansu Gavri ile Halep yakınında, Merc-i Dâbık`ta Ağustos 1516 da savaştı. Kölemen ordusu yenildi, Kansu Gavri öldü, Suriye ve Filistin Osmanlı Devleti topraklarına katıldı.
Sultân Selîm Kansu Gavri`nin yerine geçmiş olan yeğeni Tomanbay`a, Kölemenler`in, hutbe ve sikkeyi (kullanılan madenî parayı) Osmanlı adına yaparak Osmanlı hâkimiyetini kabûl etmesi şartıyla, Mısır`ın yönetimini bırakmayı önerdi. Sultân Selîm, Tomanbay`a gönderdiği nâmede `Tomanbay`ın alınır, satılır bir köle olup saltanata lâyık olamayacağını, kendisinin, 20 atasına kadar hükümdar oğlu hükümdar olduğunu, her sene Mısır haracını göndererek (Selîm) nâmına hutbe okutup para bastırırsa Tomanbay`ı, Mısır`dan Gazze`ye kadar olan yerlere kendi tarafindan vâli nasbedecegini` bildirdi. Tomanbay, bazı kölemenlerin etkisiyle bu ösneriyi reddetti.
O zamana kadar, Mısır`ın başında yaşlı Kansu Gavri vardı, Sultân Selîm`in ona yaşından dolayı hürmetli ifâde kullanmış olması tabiîdir ve İslâm edebine uygundur. Kansu Gavri Merc-i Dâbık`taki savaşta ölmüştü. Selîm`e Tomanbay nasıl `dur’ demis ola? Bu sayın yazar, târîhî vâkıa`yı, yâni, gerçekten meydana gelmiş olanı anlatırken, hikayeciliği –bircok yerde olduğu gibi- depreşip hayâl âlemine dalıyor! Selîm`e `bâgî` olacağını bildiren (şayet öyle bir şey olmuşsa) sembolik Halîfenin ihtârı, Hüsnü Mübârek zamanında, `tahdîdi neslin (nüfûs azaltılmasının) câiz olduğuna` dâir, hiçbir müslüman ülkenin ciddîye almadığı fetvâyı çıkaran Ezher rektörünün tutumunu hâtıra getirir. Selîm Hân`ın Mısır’a yürüyeceği sırada, hükümdar genç Tomanbay`dır ama, sayın H. Üstün onu hem `yaşlı` yapar, hem de Kral (müslüman bir hükümdarın ASLA kullanmadığı bir ünvân!) yapar.
“Buna rağmen Moğollar’ın yapamadığını yapıp, iddiaya göre Hazreti Peygamberin yardımı ile Osmanlı ordusu Mısır’a girdi. Ne o güne dek, ne de ondan sonra hiçbir katliamın gerekçesi böylesi bir yalan olmamıştı.” deniliyor;
Kocaman bir hüküm daha! Gerekçe, yazdıklarımızdan anlaşılmış olmalıdır. Hz. Peygamber`in yardımı konusunun, sayın yazarın da benim de anlayacağımız bir konu olduğunu sanmıyorum, geçelim; Mısır Seferinin gerekçesi o yardım konusu DEĞIL, anlattığımız olaylardır. Tarafsız olan, objektif davranan, anlamak isteyen kişi anlar, anlamak istemeyen önyargılıya kimse bir şey anlatamaz. Katliam iddiasına gelince : Kölemenlerle Osmanlı askerleri arasındaki mücadelelerde her iki taraf da ağır kayıplara uğradı. Yâni Osmanlılar, Kahire`ye hâkim olduktan sonra, halkı, katliama mı uğrattılar? Hikâye mi yazılıyor, roman mı? Yoksa, târîhî vakıa mı anlatılıyor?
“Osmanlı ordusu yine böyle bir yaz günü kendilerine kılıç çekilmesini bekleyen Memlük süvarilerinin saflarını top ateşi ile dağıttı. Binlerce can alındı, binlerce kelle kesildi, yaşlı Mısır Kralının cesedi savaş alanında kaldı.” deniliyor.
Memlûk ordusunda da top vardı, Avrupa`dan gelmiş topçular ve tüfekçiler vardı. Memlûklar, Osmanlı ordusunu Reydaniye`de (ders kitaplarında YANLIS OLARAK `Ridaniye` diye geçer; doğru okunuş, bir Mısırlı tarihçiye sorularak öğrenilebilir) bekliyordu, toplar sâbitti ve Osmanlı ordusunun gelmesi beklenen yöne doğru cevrilmişti. Sayın yazarın o konuda tereddüdü olsa da,Selîm Hân gerçekten çok iyi bir askerdi; Mukattam Dağı`nı dolaşarak Memlûkları ters vaziyette yakaladı. Aslında, cok cesûr bir asker olan Tomanbay bu durumda kaçmak zorunda kaldı. Memlûk askerlerinden bazıları, yine de, doğrudan doğruya Selîm Hân`ın karargâhına saldırdı. Selîm Hân orada değil, Mukattam Dağını dolaşan kuvvetlerin başındaydı.
Sultân Selîm Tomanbay`ı, Osmanlı Devleti`ne bağlı olarak, yine Mısır’ın başında bırakmak istedi, bu görüşünü elçiyle bildirdi. Fakat Tomanbay bu teklife elçiyi öldürerek cevap verdi. Birkac gün sonra Tomanbay ansızın Kahire`ye girdi, sokak savaşlaı üç gün boyunca devâm etti. Tomanbay kaçtı, fakat yakalanarak idâm edildi.
Sayın yazarın`yaşlı Mısır Kralı`ndan kasti, 1516 da Merc-i Dâbık`ta ölen Kansu Gavri olsa gerek. Sayın yazar, onu, Hristiyan hükümdârların ünvânını kullanarak `kral` yapıyor, diriltip Suriye`den Kahire`ye getiriyor ve Kahire`de tekrar öldürtüyor! cesedini de savaş alanında bırakıyor! Bu engin târih bilgisine ve yazı boyunca sunulan ilmî (!) yorumlara şapka çıkarılır! Halkın ağzında dolaşan hikâyelere dayanılarak târîhî olaylar anlatılmağa kalkılırsa böyle durumlar ortaya çıkıyor.
“Olup biten her şeyi yazdı Osmanlı kâtipleri. Haydar Çelebi yazdı, Celalzade yazdı. Onlardan öğreniyoruz ki, Kahire’de bu yıl yaşanan bahar, bundan beş asır önce bizim sebep olduğumuz kışın ardından gelmiştir.”buyuruyor sayın yazar.
Beş asır önce nasıl bir kışa sebep olmuşuz? Osmanlı yönetiminde Mısır halkı nasıl yaşadı? Bırakalım da bu beş asır Mısır halkı için kış mı, yaz mı idi, Mısır konusunda araştırma yapan târihçiler anlatsın. Mısır’da okutulan `resmî` târihlere göre Mısır üzerine 1517 yılında siyâh bir perde indi (Batılılar öyle gösterdi, yöneticilerin de işine öyle geldi, ama ilim adamı öyle demedi:Profesor Şinnâvî, “ed Devle Osmâniyye Devle İslâmiyye Mufterâ aleyhâ” (Osmanlı Devleti, kendisine iftirâ edilen islâmî devlettir) adıyla kitap yazdı.
Kış - yaz konusunu târihçilere bırakalım da, Kafkaslı bir asîlzâde olduğu belirtilen sayın yazarın, bütün olaya, baslangıcındanberi, o açıdan, o pencereden bakarken; birdenbire “bizim (yâni Osmanlı`nın, yâni Türklerin) sebep olduğumuz” diyerek, yeni bir giysiye/kimliğe bürünüp arz-ı endâm etmesi, yazının belki de en dikkat çekici ve hoş, eğlenceli noktası oluyor!
Bundan sonraki hikmet dolu(!) edebi satırlar üzerinde durmağa gerek yok.
“Sahi niye bunca insanın kanını döktük diyen tek insaflı adamı boğazlayıp kellesini heybemizde taşıdık.” buyuruyor sayın yazar.
Yâni, Mısır seferi boşuna yapılmış ve bu sözü söyleyen paşa, seferin haksızlığını îmâ etmiş.
Târih bilmeyen de bu çarpıtılmış şekli gerçek zanneder. Halbuki gerçek şudur: Sultân Selîm Hân, Mısır’ın yönetiminde, yine Memlûkleri görevlendirmişti, kendisine karşı direnmeyen, Memlûklerin Halep vâlisi Hayr Beyi görevinde bırakmıştı, Yemen`deki Memlûk birlikleri de Selîm Hân’ın hâkimiyetini tanıyınca, bir Memlûk subayı olan İskender de başkent Zebîd olmak üzere, Osmanlı eyâleti vâlisi olarak atanmıştı. Selîm Hân, liyâkati değerlendiriyordu; ülke Osmanlı hâkimiyetine geçtikten, İslam birliği yolunda mesâfe alındıktan sonra, liyâkati olan kişi, Memlûk da olsa, Devlette iyi bir yere atanıyordu. Bunu kavrayamayıp kellesini kaybeden o paşa, “mühim yerlere yine memlûklerin getirileceğini bilselerdi, askerlerimiz canla başla çalışmazlardı” gibi bir söz söylemişti. Yâni durum, sayın hikâye yazarının anlayıp başka tarafa çekiştirmeğe çalışması gibi değildi. Ne demiş Yunus Emre :
Söz ola kese savaşı
Söz ola kestire başı.
“Hilafeti saltanata tahvil ettik” diye bir hüküm de veriyor sayın yazar, yine Osmanlı kisvesi giyerek.
Saltanatı başlatan Ebu Sufyân oğlu Muâviyedir. İlk dört halîfenin başa geçmesi ayrı ayrı şekillerde, durumun gereğine göre olmuştu. Sanki Mısırdaki, `Halîfe` ünvânını taşıyan kişi, 4 Halîfeden birinin başa geçmesi gibi Halîfe yapılmış, gerçek Halîfe`nin yetkilerine sahipmiş gibi, kocaman bir hüküm patlatılıyor.
Oruc Reis, Hizir Hayreddin Pasa kuzey Afrikaya gitmeselerdi, Tunus ve Cezâyir, İspanyol sömürgesi olurdu, oraları, kesin olarak Güney Amerikadaki gibi,İspanyolca konuşan Katolikülkeler olurdu, bu durumu oralardaki insanlar biliyor. Turgut Paşa (Reis) kurtarmasaydı, Trablusgarb (Libya) Malta Şovalyelerinin elinde kalıp Katolik olurdu. Osmanlı kuvvetleri Fas`taAbdulmelik`e yardım edip 1578 de Portekiz Kralı Sebastiyan`ı yenmeselerdi, Fas, Portekizce konuşan Katolik bir ülke olurdu. Arap dünyâsı hangi karanlıklara gömülmüş? Portekizliler, Kiızıl Denize girip Cidde`ye hücûm ettiler, Mekke`yi alıp kendileri için de kutlu olan Kudüs`le değiş tokuş etmek istiyorlardı. Osmanlı onları püskürttü, o bölge, güçten düşmüş Memlûkler elinde olsaydı, 16. yüzyılın iki büyük Hristiyan süper gücünden biri olan Portekiz`e karşı nasıl savunulacaktı? Târîhî olaylar hakkında konuşmak, hayâl ürünü hikâye, roman yazmağa benzemez. Arap yarımadasının Müslüman ve Arap kalması, Osmanlı sâyesinde olmuştur; Arap dünyâsı hangi karanlığa gömülmüş?
`Dayılar, hidivler, diktatörler…` ifâdesi için ne denilebilir, bilmem:
Dayılar, Tunus ve Cezâyir`de, mesâfe uzak olduğu için ortaya çıkan fiilî (de facto) başkan-yöneticilerdi: Kölemenlerde olduğu gibi. Kölemenler Mısır’ı ne kadar sömürmüşlerse, Dayılar, Beyler de Tunusu, Cezâyiri o kadar sömürmüşlerdir. Oralarda Dayıların, Beylerin yönetimindeki Osmanlı askerleri olmasaydı, Tunus ve Cezâyir, İspanyolca konuşan Katolik ülkeler olurdu. Diktatörlerin ise Osmanlı ile hiçbir ilişkisi yoktur; Osmanlı`dan Avrupalı`ların kopardığı Arap ülkelerinde devrimlerin, darbelerin ürünleridirler. Onları Osmanlıyla ilişkilendirmek için nasıl bir kafa yapısı ve bilgi seviyesi gerekir?
Türkiye 5 asır önce hangi meşaleyi söndürmüş? Mısır’dan âlimler, sanatkârlar vb. geldi ama, Ezher kapatılmadı ki? Dahası, Osmanlı medreselerinde, öğretim dili olarak Arapça kullanıldı, öğretim devâm etti.
1517de Mısır’dan filikalarla getirilen paralarn yarım asır bekletilip (niçin bekletilmişse?) Süleymâniyeyi o paralarla yaptığımızı da öğrenmek şerefine kavuşuyoruz. Kanûnî Sultân Süleymân’ın, Süleymâniyeyi yaptırırken, İran Şâhının yardım için gönderdiği mücevherleri harç içine karıştırıp avlu zemini yapımında kullandığı anlatılır. Böyle bir şey olmamışsa da o devirdeki Osmanlı zenginliğini anlatmak için dillerde dolasş bir “hikâyedır”. Öte yandan yine biliyoruz ki Hızır Hayreddin Paşa’nın İstanbula gönderdiği, tepsiler içinde taşınan altın ve gümüş kümeleri vardı. Kısacası Suleymâniyenin yapımı için hikâye yazarının hayâlinde uydurduğu gibi Mısırdan yarım asır önce “filikalarla gelen” paralara ihtiyâcı yoktu.
Günümüzde, -olacak şey değil ya- Arap dünyâsında, tam demokratikleşme, Batı`dakinden de ileri demokrasi olsa da, kanunlar değiştirilip başka ülkelerden de baskanlığa adaylar kabûl edilse, Türkiyeden gidip aday olacak siyâset erbabının seçilmesi kuvvetle muhtemeldir. Boyle bir zemîn varken, bu çeşit yazıların da yazılabilmesi; {[herkes, bildiğini sandığı konuda istediğiniyazabilir, kulaktan dolma bilgilere dayanarak veya hangi ehliyette olduklari mechûl kişilerin yazdıkları yazıları okuyarak; istediği gibi yorumlarda bulunur, paşa gönlünün istediği olayları tahayyül ederek gerçekmiş gibi, kesin ifâdelerle sunar, hükümler patlatır] komedisi, ciddî bir piyesmiş gibi sahnelenebilir} modası mı çıktı acaba? diye sorulsa tuhaf mı olur?
Şaka bir yana; Osmanlı, sayın hikâye yazarının pek üzüldüğü anlaşılan işi yapmasaydı, yâni, Mısırı Çerkes Kölemen idâresinden almasaydı, bunun sonucu olarak Hicâz ve Yemen de Osmanlı idâresine girmeseydi; 16 asırda dünyanın pek çok ülkesini sömürgesi hâline getirmiş olan iki Hristiyan süper gücünden biri olan Portekiz (öteki İspanya idi: Papa dünyâyı ikisi arasında paylaştırmıştı; Hollanda, İngıltere, Fransa daha sonra sömürgecilik sahnesini işgal ettiler, ilk olarak sömürgeci Portekizin işgal ettıği Malezyada Portekizlilerin torunlarının torunları Malezya vatandaşı olarak hâlâ Malaka sehrinde yaşamaktadırlar, mahalle Katolik mahallesidir), Diu`da Kölemen donanmasını mahvetmiş olarak Yemen Babul Mendebden girdiği gibi Hicâzı, Fıilistin’i kolayca işgal eder, oraları Asyadaki Brezilya yapardı; oraların kaybı Haçlılar zamânınıda işgal edilen Kudüs ve kurulan Haçlı Edessa (Urfa) Kontluğu gibi geçici de olmazdı!
Allah korusun, Brezilya hâline getirilmiş Hicâzda Mekke ve Medîneyıi (eğer Portekizliler yıkıp yerle bir etmeden bırakma âlicenâblığını göstermişse [İsrâilin Mescid-i Aksa altında “arkeolojik kazı” diye câmii yıkma etkinliğini hatırlayalım] yeryüzündeki bütün müslümanlar Hac ve Umre için Portekiz vizesi almak zorunda kalırlardı: Osmanlının bile bütün gücüne, büyüklüğüne rağmen o kutlu beldeleri savunması kolay olmamıştır.
Edebiyât konusu, hikâye yazarlığı gerçekten mühim ve saygıdeğer bir iştir, Çerkes kardeşlerimizin savaşkanlığını, birtakım meziyetlerini inkâr eden kimse de yok, insanın kavmini sevmesı de anlaşılır bir şeydir, ama, bu sevgi, insanı, “ümmet birliği” davasını yürüten Yavuz Sultân Selîm`i, bu ideali gerçekleştirme yolunda Çerkes Kölemenlerin yönetimindeki Mısır’ı almasindan dolayı tenkîd etmeğe, olayları çarpıtmağa götürmemelidir. Osmanlı’nın varlık sebebini, o devrin sartlarını iyi bilmek gerekir. Şan, şöhrete düşkünlük, yalancılık vb. isnâdı, iftirâsı cok ciddî işlerdir; insanın ne yazdığına dikkat etmesi gerekir.