OSMANLI'YA "imparatorluk" İFTİRÂSI
17 Ekim 2016 Pazartesi

"İmparatorluk" deyince, "büyük, geniş devlet", "içinde birçok milletler barındıran muazzam siyâsî kuruluş" anlaşılıyor.

"İmparatorluk"un; "empire"dan geldiği, emperyalist bir kuruluşa işâret ettiği, insanlığın yüzkarası emperyalizm'in amansız, acımasız, alabildiğine bencil mekanizması, politik tecessümü olduğu gerçeği göz ardı ediliyor. Evet, "imparatorluk", "insanlığın yüzkarası"dır. Bunu hatırlamak için Roma İmparatorluğundaki, sâdece kölelerin değil, Romalı olmayan halkların durumunu göz önüne getirmek, Büyük Britanya İmparatorluğundaki, kimliklerini unutma durumuna getirilmiş sömürge halklarının, Fransa sömürgelerindeki yerli halkların, Fransızca bilmiyorsa açlığa mahkûm Tunuslu'nun, Cezâyirli'nin, Faslı'nın, Hollanda yönetimindeki Güney Afrika yerlilerinin hâlini bilmek yeter.

"Osmanlı, "imparatorluk"tu ama, "emperyalist değildi" demek de, "kasap Kemâl mezbahada görevliydi" ama "hayvan kesmezdi" veya "banker Giyovanni" "tefecelik yapmazdı" demeğe benzer.

İki yüz yıldır ağır baskısı altında kaldığımız, yeni yeni kurtulmağa çalıştığımız (askerî işgalden çok daha vahîm) kültür istilâsı atmosferi içinde yetiştirilmiş olan, kendimize, Batı gözlüğü ile bakma alışkanlığından, hastalığından kurtulamayı akıllarına getiremeyen diplomalılarımız, târihimizi de Batı normları içinde ele almaktadırlar. Bu arada, "mâdem ki Batı'daki, Avrupa'daki büyük siyâsî kuruluşlar 'imparatorluk' tur; üç kıtada at koşturmuş, birçok milleti bünyesinde barındırmış olan koskoca Osmanlı da 'imparatorluk'tur" kolaycılığına düşüp, düşünme zahmetine katlanma sorumluluğundan kaçmaktadırlar. İkisi de beyaz diye şapla şeker karıştırılmaktadır.

Kafasında taşıyageldiği yanlışları "bilgi" diye taşımağa devâm etmekte isrâr edeceklere, değişimden korkanlara bir diyeceğimiz yok; düşünmekten korkmayanlara şu konuları sunuyoruz:

Bir kişiye, varlığa, kendi aslî isminden başka bir isim takmak, ona "karşı olmayı" içerir. İslâma karşı olanlar, Müslümanlardan 'gerici' diye söz eder. Kuduz İslâm düşmanı, Bedir'de öldürülen 'Amr b. Hişâm'ın adını pek çok Müslüman bilmez; onu 'Ebû Cehil' diye tanır. Vâsıl b, Atâ'nın öncülük ettiği inanç ekolünden olanlar, Kendilerini pek akıllı sanıp akla gerektiğinden fazla önem veren bir itikadî fırka mensupları, kendilerine ‘Adâlet Ehli’, ‘Tevhîd Ehli’, ‘Hakk Ehli’ dedikleri hâlde, onların görüşlerine tam olarak katılmayan müslümanlar tarafından ‘Mu’tezile’ diye adlandırılagelmişlerdir.

Şimdi gelelim Osmanlı'ya: acaba, Osmanlı, kendine hangi ismi vermiş?

Osmanlı siyâsî - ictimâî varlığının adı, kendilerinin ilk resmî vak’anüvisi (târih yazıcısı) olan Mustafa Na’îmâ’nın kitabında “Pek Yüce Osmanlı Devleti” diye çevirebileceğimiz bir şekilde geçer:

el kelâm fî Zuhûrid Devletil ‘Alîyyetil Osmâniyye

(Pek Yüce Osmanlı Devleti’nin Ortaya Çıkışı Hakkında Bahis).[1] Osmanlı, kendi devleti hakkında “‘Alîyye” (Pek Yüce) ve “Seniyye” (Parlak) sıfatlarını kullanmıştır: Devlet-i ‘Alîyye-i Osmâniyye (Âliye değil) (Pek Yüce Osmanlı Devleti) veya Devlet-i Senîyye (Parlak, Muhteşem Devlet), bazan da: Saltanat-ı Senîyye (Parlak, Muhteşem Sultanlık)

Pek iyi bilindiği gibi, özel isimler tercüme edilmez ve yine pek iyi bilinmesi gerektiği gibi, bir varlığa, kendi adından başka bir ad vermek, ona karşı olmayı ifşâ ve ilân eder.

Rastgele bir arşiv belgesine bakalım: Sultan Abdülazîz, Paris andlaşmasında tâdilât yapmak üzere 1870 yılında Londra’da toplanan ilgili taraflar temsilcilerinin hazırladığı belgeyi tasdîk ederken, Osmanlı siyâsî varlığından “Devlet-i Alîyyemiz” diye söz etmekte, diğer siyâsî teşekkül başkanlarının sıfatları ise, aynı belgede şöyle sıralanmaktadır:[2]

*Alamanya İmparatoru ve Prusya Kralı

*Avusturya İmparatoru ve Bohemya ve Macaristan Kralı

*Fransa Hükûmet-i İcrâiyyesi Reîsi

*Birleşik Krallık ve Bretanya-yı Kebîr ve İrlanda Kraliçesi

*İtalya Kralı

*Bütün Rusyalar İmparatoru

Kısacası, gerek Osmanlılar zamanında yazılmış olan târih kitaplarında, gerekse Osmanlı Arşivi’ndeki belgelerde, ‘Osmanlı İmparatorluğu’ (o zamanki ifâdeyle İmparatoriyye-i Osmâniyye) tâbirine aslâ rastlanmaz. Devletin başındaki zâtın ünvanları olarak da Hân, Hâkan, Pâdişâh, Halîfe, Hünkâr deyimleri kullanılmıştır, ‘İmparator’ DEĞİL.

Peki, “İmparatorluk” deyiminde ne kötülük var? Kötülüklerin şâhı, insanlığın yüzkarası sömürme var: İmparatorluk, sömürmenin, emperyalizmin âleti. İmparatorlukta, idâre eden, sömüren kavim ve sömürülen, ezilen, kimliğini bile kaybetme derecesine getirilen kavimler var.

Şimdi, emperyalizmin idârî, iktisâdî ve kültürel yönlerini görelim:

İDÂRÎ BAKIMDAN

İmparatorlukta, bir hâkim kavim vardır, bir de boyun eğdirilmiş, mahkûm kavimler. İdâreciler, vâliler, komutanlar, subaylar, üst seviyedeki bürokratlar hep hâkim kavimdendir. Diğer kavimlerden olup da kendilerine görev verilen kişiler ise alt ve en alt kademededirler.

Osmanlıya bakalım: Sadrâzamların, vezîrlerin pek çoğu, beylerbeyiler, paşaların pek çoğu, Türk asıllı değildir. Merkezî ordu, ‘yeniçeri’, çok uzun bir müddet boyunca, devşirilmiş ve müslüman olmuş gençlerden kurulu idi. Pâdişâh, Osman Gâzi’nin soyundan idi ama, onun mutlak vekîli, onun adına iş gören, onun mührünü taşıyıp kullanan sedrâzam, umûmiyetle, gayr-ı Türk unsurdan idi. Osmanlı’yı dış ülkelerde temsîl edenlerin pek çoğu da Türk değildi. Meselâ, Bavyera’daki Osmanlı Konsolosu Aristarki Bey idi. Londra’daki konferansta Osmanlı murahhasıKostaki Musurus Paşa idi. Osmanlı Devleti’nde, birçok Ermeni nâzır ve paşalar da vardı.

Bakınız, bir Batılı yazar emperyalizmle ilgili neler söylüyor:

“Emperyalizm (Latince imperium: kudret, iktidar’dan türeme) genellikle ticârî ve endüstriyel yayılmanın bir âleti, vâsıtası olarak bir İmparatorluk kurma ve yönetimi. 15. yüzyıldan başlayarakİspanya, Portekiz, Hollanda, Fransa ve İngiltere denizaşırı İmparatorluklar kurmağa başladılar... 19. yüzyılda Avrupa emperyalizmi daha ileri götürüldü ve öncekinden çok daha etkili hâle geldi. Bu, iki merhalede oldu, birisi, 1870 lere doğru gelen ve ilk merhale denebilecek olandır. Bu merhalede, eski emperyal güçlerin bâzıları İmparatorluklarını daha da genişletmeğe devam ettiler: Rusya, Fransa ve İngiltere böyleydi. Ötekiler durakladı veya İmparatorluklarını küçülmüş buldu, bu grupta Hollanda, İspanya ve Portekiz vardı.[3]

Bir de Osmanlı Türküne bakalım:

“Ondokuzuncu yüzyıla kadar Türkler, kendilerini herşeyden önce Müslüman olarak algıladılar; onların bağlılığı, çeşitli seviyelerde, İslâm’a ve Osmanlı hânedânı ve devletine âid idi. Adamın konuştuğu dilin, oturduğu bölgenin, âid olduğunu iddiâ ettiği ırkın, şahsî, hissî veya ictimâî bir husûsiyeti olabilirdi. Bunların hiçbir siyâsî önemi yoktu. Türkler, kendilerini İslâm’la öylesine özleştirmişlerdi ki, Türklük kavramının kendisi bile -Türk dilinin canlılığını korumasına ve teoride olmasa bile fiilen bir Türk devletinin varlığına rağmen, revaçta değildi... İdâreciler ve okumuşlar, İslâm içinde farklı bir kavmî ve kültürel kimlikleri olduğunun, Araplar ve İranlılar kadar farkında değillerdi.”[4]

Bu konuda, son olarak, cihânşümûl “özel isimler tercüme edilmez “ kuralını hatırlatalım.

İKTİSÂDÎ BAKIMDAN

Emperyalizmde, sömürgeci ülkenin tâcirleri, büyük ortaklıkları, sömürülen ülkelerdeki ham maddeleri çok ucuz fiyatla alıp, kendi ülkesinde işleyerek sömürgelerinde yüksek fiyatla satar.Sömüren ülkenin ticâret erbâbı ve şirketleri, sömürgeci ülkenin politikasında bile etkili olup onu büyük ölçüde yönlendirir. (Lewis, 1968, p.35).

Osmanlı’ya baktığımızda ise, böyle büyük Türk tâcirler ve ortaklıklar görmüyoruz. Osmanlı Devleti’nin yüklendiği bir görev vardı: İ’lâ-yı Kelimetullah, yâni, Allah’ın buyruklarını yüce tutmak, yeryüzünde hâkim kılmak. Bunun için, Osmanlı Türkü esas olarak cihâd ile meşguldü, ömrü seferde geçiyordu.[5] Ticâret gayrı müslimlerin elindeydi: “Müslümanlar sadece dört meslek biliyorlardı: idâre, savaş, dîn ve tarım. Sanâyi ve ticâret, bu işlere vâris olmuş olan gayrı müslim tebeaya bırakılmıştı (Lewis, 1968, p.35).

Osmanlı Devleti emperyalist bir güç, bir İmparatorluk olsaydı, o cemiyette en zengin kişiler Türkler olurdu. Halbuki durum, hiç de öyle değildi. Meselâ İngiltere yönetimi ile İngiliz Doğu Hint Çay Şirketi ilişkisi, Osmanlı-Yemen bağında yoktur; Osmanlı, Yemen’e, ‘Yemen Kahve Şirketi’ nin işlerini kolaylaştırmak, Yemen’in ürünlerini sömürmek için gitmedi. Petrol ise, çok yeni bir olaydır ve Osmanlı, Yemen petrolünü hiç kullanmadı.

Osmanlı, Yemen’de, Bâbul Mendeb Boğazı’nı tuttu: 16. yüzyılda Portekizliler, daha sonra da İngilizler Kızıldeniz’e girip İslâm’ın kutlu beldeleri, Mekke ve Medîne’yi işgal etmesinler diye şehîtler verdi. Portekiz, 16. yüzyılda büyük deniz gücü idi; Hint Okyanusu, Portekiz Okyanusu hâline gelmişti ve fiilen Kızıldeniz’e girip Cidde’ye saldırdılar, ama püskürtüldüler. Niyetleri, Mekke-i Mükerreme’yi alıp, kendileri için de kutlu olan Kudüs’le değiş tokuş etmekti. Tûr-ı Sînâ kasabasını yaktılar. Osmanlı, Yemen’de pek çok şehît verdi. Birinci Dünya Savaşı’ndan önceki yıllarda yakılan

Adı Yemendir, gülü çemendir
Giden gelmiyor, acep nederdir ?

türküsü halkımız arasında hâlâ yaşamaktadır.

Hint Okyanusunda, 16. Yüzyılın büyük deniz gücü Portekiz’le savaşan Pîrî Reîs, Seydî Ali Reîs, Murâd Reîs gibi denizciler, Osmanlı’nın Hindistan’ı alıp orasını sömürmesi için değil, Hindistan, Malezya ve Endonezya’dan Hicaz’a hac için gelecek olan Müslümanların yol güvenliği için o sulara açılmışlardı.

Osmanlı Cihan Devleti, 1567 yılında, Malaka ve Açe[6] SultânıAlâeddîn Kahhâr’ın isteği üzerine iki gemi, yüzlerce top ustası ve leventleri, o yöredeki Müslümanları ‘Portakal Kâfiri’ karşısında güçlü kılmak için göndermişti, ileride o bölgeyi alıp sömürmek gibi bir plânı yoktu. Osmanlı, inancı emrettiği için, insanlara, insanları Yaradan’ın mesajını götürmek, Yaradan’ın prensiplerini yeryüzünde hâkim kılmak için savaştı (cihâd, farzdır) ve ülkesi genişledi.

Avrupa’lının ise, böyle bir sebebi, motifi yoktur: eline gelişmiş silâh geçmiş, onu kullanarak birçok yeri almış, yerli halkı yoketmiştir. Sonra, buna bir güdücü sebeb, motif bulunması düşünülmüş, sömürgelere ‘uygarlık’ götürüldüğü ileri sürülmüştür. ‘Uygarlık’ götürdüğünü iddia eden Avrupalı, sömürge halkını, kendi kimliğinden uzaklaştırmış, kimliğini bozmuştur, bu, yamyamlıktan da öte bir vahşettir: kaplanın kimliğini değiştirip onu şempanze yapmağa benzer.

Sonra da, bu Avrupalı sömürgecilerin (günümüz Amerikası, târîhî ve kültürel bakımdan Avrupa’nın uzantısıdır, teknolojik, askerî, siyâsî güç, söz konusu değil) torunlarının torunları, Osmanlı Târihini, Osmanlı’nın HİÇBİR kaynağını kullanmadan yazıp, Osmanlı’yaİmparatorluk’ yaftasını yapıştırıp onu ‘sömürücüolarak sunmaktadırlar! Bizim iyi yetişmemiş bâzı okur-yazarlarımız da ‘Batıdan ne gelirse, iyidir, doğrudur, mükemmeldir’ kafa şartlanmasıyla, bu yanlışları benimsemekte, kendi târihine yabancı düşmektedirler.

Oysa “Biz, toplumun içine doğarız, tarihin içine doğarız. Bize kabul ya da reddi seçme hakkıyla verilen bir giriş biletinin önerildiği an yoktur.[7]

KÜLTÜR AÇISINDAN

İmparatorluk yönetimi, değişmez bir uygulama olarak, hâkim milletin dilini, diğer kavimlere dayatır; çünkü dil, kültürün en önemli unsurudur. Şüphesiz kültür, insan hayatının en temel, en çarpıcı vechesidir, insanı insan yapan unsurların başında gelir. Öyle ki insan, hangi kültür içinde yetişmişse, o kültürün malıdır, bir parçasıdır.

Afrika’da, bir Avrupa kolonisinde yaşayan yerli halk, emperyalist yönetim sonucu, kimliğini kaybedecek dereceye gelmiştir. Orada, okumuş olanlar ve onları takiben halk, İngilizce veya Fransızca konuşur hâle gelmişti. Meselâ, İngiltere, Afrika’daki sömürgelerinde, yerli halkta öyle bir kafa şartlandırması yapmıştı ki, bir Afrika’lıya, hiç İngiltere’ye gidip gitmediği sorulduğunda, bîçâre, rahatça, “hayır, hiç anavatanda, yuvada (home) bulunmadım” (No, I have never been home) diyebiliyordu.

Fransız idâresindeki Cezâyir ve Tunus’ta, Fransızca bilmeyen bir yerli, resmen açlığa mahkûmdu. Rus İmparatorluğu Sovyetler Birliği’nde, diğer milletlerin fertleri Rusça bilmek zorundaydı. Osmanlılar, günümüzde Yunanistan denilen bölgede, beş yüzyıldan fazla kaldılar, Sırbistan’da dört yüz yıl kaldılar. Günümüzde, o bölgelerde yaşayan insanlar, dillerini unutmamış hâlde, kimliklerine sâhip olarak yaşamaktadırlar. Oysa, Amerika ve Avustralya’nın yerli insanları hem sayıca çok azdır, hem de o insanların, toplumda yeri yoktur. Üstünkörü bir karşılaştırma bile, Osmanlı’nın ne kadar medenî, insânî, Avrupa’lının ise ne kadar acımasız ve bencil olduğunu gösterir.

Osmanlı, Türkçe’yi diğer milletlere dayatmak şöyle dursun, İslâmın dili olduğu için Arapça’yı, öğretim kurumlarında, öğretim dili olarak altı yüzyıla yakın bir zaman kullandı. Osmanlı medreselerinde, Türkçe değil, Arapça öğretiliyor ve bütün bilimler, Arapça olarak öğreniliyordu. Cuma hutbesi, müslümanlararası dille, Arapça olarak veriliyordu.

Bundan başka, Osmanlı, kendi dili olan Türkçe’yi, Göktürk harfleri ile değil, Kur’ân-ı Kerîm harfleri olduğu için, Arap harfleri ile yazıyordu. Öyle ki artık o harfler, Araplar tarafından değil, Türk hattatlar tarafından en güzel biçimde yazılıyordu. (Günümüzde bile öyledir.) Dahası, Osmanlı Türkçe’sinde, Arapça kökenli kelimelerin sayısı, Türkçe kökenlilerden daha fazla idi.

Arapça’da ‘alem, hem özel isim, hem de bayrak demektir. Devlet için bayrak ne ise, şahıs için isim de odur. Osmanlı pâdişahlarının hepsinin adı Arapça kökenlidir. (İkinci hükümdârın adı, Şücâeddin Orhan’dır). Olayları anlamanın, değerlendirmenin en iyi yolu, onları yanyana getirerek karşılaştırmaktır. Şimdi bakalım:

1. Arap kardeşlerimize bizi emperyalist olarak tanıtan, onların beyinlerini en modern metodlarla böyle yıkayan, onların kitaplıklarını bu safsata ve iftirâ ile dolduran, bu ülkeleri Osmanlı Hilâfetinden koparıp sömürgeleştirmiş olan İngiliz ve Fransız hükümdarları içinde ARAP İSMİ TAŞIYAN BİR TEK HÜKÜMDÂR VAR MIDIR? Böyle bir şeyin tasavvuru bile gülünçtür. Halbuki, değil Osmanlı hükümdarlarının, Osmanlı’nın yıkılışından 90 küsûr yıl sonra bile, Türklerin pek çoğunun adı Arap kökenlidir.

2. İngiliz ve Fransız öğretim kurumlarında, öğretim dili olarak-İngilizce veya Fransızca değil de- Arapça’nın kullanılması düşünülebilir mi idi? Hristiyan sömürgeciler için tasavvur ve tahayyül ötesi böyle bir durum, Osmanlı için 6 yüzyıllık bir vâkıadır, bir gerçektir.

3. İngiliz ve Fransız dilinin, Arap harfleri ile yazılması, böyle yazılmış İngilizce ve Fransızca kitapların asırlar boyunca kullanılmış olması, bu dillerle yapılan bütün yazışmalarda sadece Arap harflerinin -ve asırlar boyunca- kullanılmış olması tasavvur edilebilir mi? O sömürgeciler için, bu, tasavvur ötesi bir komiklik olurdu. Oysa, İslâm’ın temsilcisi Osmanlı, kendi dilini, bütün ömrü boyunca, sadece Kur’ân harfleri ile yazmış ve okumuştur.

4. İngilizce ve Fransızca’da kaç Arap kökenli kelime vardır? Batı için zifirî karanlık, bizim için pırıl pırıl geçen Ortaçağda, İslâm Medeniyeti tesiri ile, bu dillere girmiş olan algebra, alcohol, admiral, risk, alchemy, tariff, sherif gibi çok az kelimeden başkası bulunmaz. Unutulmamalıdır ki kelimeler çok önemlidir: geldikleri dilin sâhibi olan milletin dünya görüşünü taşır ve yayarlar.

O zamanlar Arap âleminin kültür merkezi durumunda olan Mısır’ın başındaki Abdünnâsır, bir aralık, İngiltere veya Amerika’nın bir konudaki tutumuna tepki olarak, Mısır okullarında Fransızca’ya ağırlık verilmesini kararlaştırdı. De Gaulle, bütün masrafları Fransız hükümetine âid olmak üzere 400 Fransızca öğretmeninin Mısır’a gönderilmesine karar verdi. Anlayana sinek sesi saz.

Türk - Arap İlişkilerini İnceleme Vakfı’nın, Boğaziçi Üniversitesinde düzenlediği ilmî toplantıda, bir İngiliz târih profesörü ile ayaküstü görüşürken, ‘Ottoman Empire’ ifâdesinin değişmesi gerektiğini söyledim. Cevabı: ‘Asla değiştiremeyeceksiniz’ oldu. Yâni, adamlar, ne yaptıklarını, niçin yaptıklarını biliyorlar ve yaptıklarında isrâr ve sebât ediyorlar. İngiliz, kitaplıkları dolduran, bu yanlış ifâdeyi tekrar edip duran kitaplara, insanların, işittiklerini çoğu zaman düşünmeksizin tekrar etme zaaflarına güvenerek öyle söylüyordu. Bilmediği ise

Dağ nice yüce olsa, yol onun üstünden aşar (Yunus Emre)

gerçeğidir. Biz, aklımızı başımıza devşirir de bu yanlışı, bu iftirâyı düzeltmeğe karar verir ve gereğini yapmağa koyulursak, hemen olmasa bile, çok uzun zaman geçmeden sonucu alabiliriz.

Bunun için de ilk adım, önce okul kitaplarımızın bu çirkin iftirâdan temizlenmesi olmalıdır.

İkinci adım, Osmanlı’dan “İmparatorluk” (Empire) diye bahseden Batılı araştırıcılara önce ihtâr, bu iftirâda isrâr etmeleri hâlinde Başbakanlık Osmanlı Arşivi’ni ancak rüyâlarında görmelerini sağlamak olmalıdır.

Batılılar’ın yazdığı, akademik, ilmî görünüşlü kitaplar, makaleler, Osmanlı’nın, Allah’ın buyruklarını yeryüzünde hâkim kılmak için bir âletten ibâret devletini, Nizâm-ı Âlem idealini taşıyan bu kuruluşu, kendi İmparatorlukları ile aynı göstermekte, yapıştırdıkları ‘İmparatorluk’ yaftası ile, onu, kendilerininki gibi, sömürgeci olarak tanıtmaktadır. Temeldeki yanlışlık budur: Nizâmı koruyan güvenlik güçleri ile, eline geçirdiği silâhla eşkiyâlık yapanları aynı işi yapıyorlarmış gibi gösterme yanlışlığıdır. Müsteşrikler, gayrı müslim bir Batı’lı olarak, İslâm’ı kabûl etmeyebilirler, zâten bunu bekleyen de yoktur; ama, Osmanlı’yı ele alıp incelerken, ‘objektif’ olma iddiâsındaki bu kişilerin, ‘Osmanlı, kendine nasıl bakmışsa, kendini hangi görevi üstlenmiş olarak görmüşse, onu o çerçevede değerlendirmeleri, o görevi ne derece başardığını göstermeleri, bu konudaki eksikliklerini belirtmeleri’ gerekir.

Halbuki, yaptıkları, Osmanlı Cihân Devleti’ni, kendi dünyâ görüşlerine göre, ‘kişiyi nasıl bilirsin? kendim gibi’ mantığına uygun olarak, kendi sömürgeci İmparatorlukları ile aynı yörüngeye oturtmaktır. Bütün Osmanlı orijinal belgelerinde, devletin adı “Devlet-i ‘Aliyye-i Osmâniyye” (Pek Yüce Osmanlı Devleti) dir.
Özel isimler DEĞİŞMEZ.

Gerçi, Kırım Harbi (1853-56) esnasında Londra’da toplanan ve müttefiklerin eline düşmandan düşen ganîmetlerin paylaşılması için yapılan toplantıda, Osmanlı temsilcisi Kostaki Musurus Paşa, alışılmış alfabetik sıraya göre, o zamana kadar Avrupa siyasî belgelerinde kullanılan şekliyle “Sublime Porte Ottoman” (Osmanlı Bâb-ı Âlisi) adına imza atsa, imzası, küçücük Sardunya devletinin temsilcisinden sonra geleceği için, İstanbul’a danışmadan, “L'Empire Ottoman” tabirini kullandı. (Sinan Kuneralp, “Bir Osmanlı Diplomatı: Kostaki Musurus Paşa (1807-1891)”Belleten, cilt 34, No: 135, s. 424.) Musurus Paşa, iyi niyetle böyle davrandı; 19. yüzyılda Avrupa diplomasi dili, (İngiltere dışında) Fransızca idi. Ancak bu olay, 19. yüzyılın ikinci yarısındadır ve Osmanlı’nın kendisine “yabancı” dilde kullandığı sözdür. Bütün Osmanlı orijinal belgelerinde, kitaplarda, devletin adı “Devlet-i ‘Aliyye-i Osmâniyye” (Pek Yüce Osmanlı Devleti) dir.

Özel isimler DEĞİŞMEZ.

L'Empire Ottoman, sâdece dış yazışmalarda sonradan kullanıldı, (1856 dan yıkılışa kadar 60 küsûr yıl, yâni 600 küsûr yıl yaşayan devletin hayâtının 10 da biri kadar).

Okul kitaplarımıza kadar girmiş olan bu yanlış nereden geliyor? Batı usûlü târih yazmayı alırken, onların Osmanlı ile lilgili bâzı görüşlerini, deyimlerini de düşüncesizce aktarantercümelerden geliyor. Ankara Üniversitesi İlâhiyat Fakültesinden gönderilen (ikisi Tefsîr ve Hadîs doktoru) üç asistan, Tunus'da bulunduğumuz sırada, Arapça'yı Fransız oriantalistlerden öğrenmiş, onların tezgâhından geçmiş Tunus'lu öğretmenimiz (kültür istilâsının derinliğine, hacmine, korkunçluğuna dikkat: Tunus'lu, Arapça'yı Fransızdan öğreniyor!) "Kur'ânı Kerîm'de çelşkiler var" hükmünü kolayca veriyor, gerçekmiş gibi, rahatlıkla söylüyordu. Tefsîr Doktoru İsmâil Cerrâhoğlu "Neresinde çelişki var?" deyince susup kalıyor, cevap veremiyordu ama, kanaati de, -yetişme çağında öyle yerleştiği için- değişmiyordu! Bizim aydın (!) larımız gibi! Kurnaz veya eksik bilgili müsteşrik, herhâlde nâsih ve mensûh âyetlerden (hüküm kaldıran ve hükmü kaldırılmış olmakla birlikte yazılı şekli duran âyetlerden) söz ediyordu. Altyapısı olmayan (bizimkiler gibi) Tunuslu üniversite öğrencisi de, kendisine verilen herşeyi yutuyordu.

Osmanlı'nın iç yapısı da, Avrupa'daki imparatorluk veya statelerden ('devlet' 'state' değildir, ayrı bir yazıda inşâallah ele alırız.) çoooooooook farklıdır. Tımar feodalite değildir, cizye baş vergisi değildir, re'âyâ subject değildir, feth, işgal veya zapt değildir, vezîr bakan değildir, Hümâyûn emperyal hiç değildir. Bunları inşâallah gelecek yazılarda ele alalım.


[1] Mustafa Na‘îmâ, Ravzatul Huseyn fî Hulâsati Ahbâril Hâfikayn, I, 6.

[2] Başbakanlık Osmanlı Arşivi, Nâme-i Hümâyûn Defteri, 13, s. 73.

[3] J. M. Roberts, The Hutchinson History of the World, London: Hutchinson, 1987, p. 835. Hâni Osmanlı Devleti? M.M.

[4] Bernard Lewis, The Emergence of Modern Turkey, Second Edition, London: Oxford University Press, 1968, p. 2.

[5] Sofra kelimesi, dilimizde cihâd hâtırasıdır, seferde yenen yemek demektir. Kur’ânı Kerîm’deki beşinci sûrenin adı Mâide’dir, dilimizde sofra dediğimiz nesnedir. Kur’ânı Kerîm’e bizden daha saygılı davranan hiçbir millet olmadığı hâlde, bugün bile, mâide değil, sofra kelimesini kullanıyoruz. Osmanlı Türkü, ömrü seferde geçtiği için, seferdeki yemek adı ile sofra kelimesini kullanmıştır.

Kısmet kelimesi de cihâd hâtırasıdır; ganimet taksîm edildiğinde askere düşen pay demektir.

[6] Günümüzde Malaka Malezya’da, Açe ise Endonezya’dadır.

[7] Edward Hallett Carr, Tarih Nedir? çev. Misket Gizem Gürtürk, İstanbul, İletişim Yayıncılık 1996, s. 96.


Yorum yazın: